5-17 Nisan 2014
Gösterim programı için tıklayın.
İstanbul Modern Sinema bu yıl İstanbul Film Festivali’nden üç farklı bölümü ağırlıyor: Sinema yazarları ve akademisyenlerin oluşturduğu “Bu İkiliye Dikkat” seçkisi, Türkiye’de sinemanın 100. yılını 38 filmlik çok özel bir programla kutlarken; bir diğer bölümde 1905 yılında film çekmeye başlayan, Balkanların ilk sinemacıları, Osmanlı vatandaşı Yanaki ve Milton Manaki kardeşlerin restore edilen filmlerinin tamamı gösteriliyor. Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü için hazırlanan üçüncü bölüm, “Sinema Yoluyla Bir Millet Yaratmak”ta, sinema yazarı Rüdiger Suchsland'ın yönettiği belgesel Caligari-Korku Sinemaya Geldiğinde (Caligari - Wie der Horror ins Kino Kam) ve Alman sinemasının başyapıtlarından Bir Pazar Günü’nün (Menschen am Sonntag) beraber gösterimi yapılacak.
Film gösterimlerinin yanında, her bir bölüm kapsamında toplam dokuz söyleşi de İstanbul Modern Sinema’da gerçekleşecek.
İstanbul Modern üyelerine ve İstanbul Modern Sinema takipçilerine, 33. İstanbul Film Festivali için biletlerin Biletix satış kanallarından (0216 556 98 00; biletix.com ve satış noktaları) satın alınması gerektiğini hatırlatırız.
BU İKİLİYE DİKKAT
Söyleşiler
Türkiye’de sinemanın yüzüncü yaşını “Bu İkiliye Dikkat” adlı bölümle kutluyoruz. Bu bölümle paralel olarak bir dizi ikili sohbet düzenleniyor. Söyleşiler, Türkiye’den sinema yazarları, akademisyenler ve yönetmenlerin katılımıyla İstanbul Modern’de düzenlenecek.
Türk Sinemasında Fantastik ve Korku
5 Nisan Cumartesi, 16.00
Politik Sinemamız Ne Durumda?
6 Nisan Pazar, 16.00
Sanat Sinemamız Ne Durumda?
8 Nisan Salı, 16.00
Video Art ve Türk Sineması
9 Nisan Çarşamba, 16.00
Nelere Gülüyoruz? – Türk Sinemasında Komedi
11 Nisan Cuma, 16.00
Türk Sinemasında Kitsch ve Queer
12 Nisan Cumartesi, 16.00
Belgesel Sinema Yapmak
16 Nisan Çarşamba, 16.00
Film Gösterimleri
İSTANBUL´UN FETHİ (THE FALL OF CONSTANTINOPLE), 1951
Türkiye | Betacam , Siyah-Beyaz, 89’ | Türkçe
Yönetmen: Aydın Arakon
Oyuncular: Sami Ayanoğlu, Turan Seyfioğlu, Filiz Tekin, Cem Salur, Eşref Vural, Reşit Gürzap
KARANLIK SULAR ( THE SERPENT’S TALE) , 1994
Türkiye | 35 mm , Renkli, 83’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Kutluğ Ataman
Oyuncular: Gönen Bozbey, Metin Uygun, Daniel Chace, Eric Pio, Haluk Kurdoğlu, Tülin Oral, Semiha Berksoy, Cevat Kurtuluş, Beste Çınarcı
İstanbul’un Türkler tarafından alınışı şu ya da bu biçimde birçok Yeşilçam filminin konusu olmuşsa da Aydın Arakon’un 1951 tarihli İstanbul’un Fethi bunlar arasında zamanın koşulları göz önüne alındığında en iddialı ve ilgi çekici olanı. Filmde birçok gerçek mekân görmek, mesela surların 50’lerdeki görüntüsüne, hatta Ayasofya’da çekilmiş hissi veren bir sahneye bile rastlamak mümkün.
İstanbul’la ilgili birçok film gibi,İstanbul’un Fethi de bir güvensizlik ve kuşku filmi aslında. Filmin baskın teması Çandarlı Halil Paşa’nın Bizanslılarla işbirliği yapıp yapmadığı sorusudur, dolayısıyla filmin kötü adamı da odur. “İçimizdeki hainler”e duyduğu kuşkunun yanı sıra, Konstantinopolis’te “Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih eden” Bizanslıların Osmanlılara yaptığı yardımlara da fazlaca inanmak ister sanki bu film. Buna Osmanlılara gönül düşüren güzel Bizanslı kızları, iç gıcıklayıcı kırbaçlama sahnelerini, ahbap çavuş yiğitleri, tavernaları, “Paşa sen ne dersin?” diye kükreyen Fatih’i, Ulubatlı’yı, bazı sahnelerdeki ilgi çekici kukla kullanımını ve tabii yakın planda gemilerin karadan geçirilmesi sahnelerini ekleyin... Denebilir ki, İstanbul’un Fethi’nden, 1964 tarihli Gurbet Kuşları’nda Hüseyin Baradan’ın Haydarpaşa’dan İstanbul’a bakıp şehri ele geçirmeye ahdettiği ünlü sahneye ve ötesine kadar hâlâ aynı filmdeyiz. Dolayısıyla Şehr-i İstanbul’a fetihten günümüze tekrar tekrar talip ve sahip olanların şehirle ilişkilerindeki bir tedirginliğin ilk dile gelişi de bu filmde. İstanbul’un Fethi’ne mükemmel bir karşı-ses oluşturan Kutluğ Ataman’ın 1995 tarihli ilk uzun metrajı Karanlık Sular ise İstanbul tedirginliğiyle ilgili filmlerin en ilginçlerindendir. Bizanslılardan Amerikalı emlak simsarı casuslara, zehirli el yazmalarından Boğaz’ın sularını seyreden “melale aşina” vampirlere kadar İstanbul’un kat kat bir sürü İstanbul’dan oluştuğunu gösteren bir kara film/korku filmi/fantezi. Bu kadar eski bir şehri ele geçirmenin mümkün olmayacağına, gerçekte şehrin içinde yaşayanları ele geçirdiğine dair bir film. Zaman içinde farklı biçimlerde “kült” statüsü kazanmış ya da kazanmaya aday bu iki filmi yan yana seyretmek İstanbullu olan ya da olmayan her türlü seyirci için ilginç bir deneyim olacaktır.
Fatih Özgüven
BEKLENEN ŞARKI ( A SONG TO LONG FOR ) , 1953
Türkiye | Betacam, Siyah-Beyaz, 95’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Sami Ayanoğlu
Oyuncular: Zeki Müren, Cahide Sonku, Sami Ayanoğlu, Jeyan Mahfi Tözüm, Abdurrahman Palay, Bedia Muvahhit, Talat Artemel
MAVİ BONCUK ( BLUE EYES ) , 1974
Türkiye | Betacam , Renkli , 80’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen:Ertem Eğilmez
Oyuncular: Emel Sayın, Tarık Akan, Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Münir Özkul, Adile Naşit, Perran Kutman
Raj Kapoor’un Avare filmi (1951) Türkiye’de gösterildiğinde yer yerinden oynamıştı. İki yıl sonra da, repertuarında her zaman Mısır ve Hint film müziklerine yer ayıran Zeki Müren, ilk filmi olan Beklenen Şarkı’yı çekti. Zeki Müren’in çıkış hikâyesiyle, filmde canlandırdığı Zeki’nin hikâyesi birbirine çok benzer. Zeki, filmde de gerçek hayatta olduğu gibi, radyoda hastalanan diva’nın yerine geçer ve sesiyle herkesi büyüler. Zeki Müren mi önceydi, Zeki Müren miti mi, bilmek zor. Ama Beklenen Şarkı Türkiye’de şarkıcılı filmlerin erken popüler örneklerinden biri oldu. Melodramın bir alt türüne dönüşen şarkıcılı filmler sanatçının yalnızca adını, şarkılarını kullanmıyor, aynı zamanda imajını da doğrudan şekillendiriyordu. Nezaketi, çalışkanlığı ve tarzıyla kararında bir batılılığın temsilcisiydi Müren. Başkaları tarafından seslendirilmeyi reddederek kendi sesiyle konuşuyor ve güzel Türkçesiyle ulusal “uygunluk” kriterini belirliyordu adeta.
1974’te, şarkıcılı filmler döneminin arabesk furyasına evrilmesinin eşiğinde duran bir film olan Mavi Boncuk da,Beklenen Şarkı gibi popüler bir şarkıcının imajı üzerinden toplumsal bir mesaj veriyordu: Ailenin kutsallığı. Ertem Eğilmez’in 1960’larda kurduğu Arzu Film, kalabalık kadrolu aile komedileriyle 1970’lere damgasını vuracaktı. O yıllarda herkesin sevgilisi olan Emel Sayın’ın kendini oynadığı filmde, güzel şarkıcı bir grup erkek tarafından kaçırılır. “İyi insan” olmanın tanımını yapan Mavi Boncuk’ta, değişen bir İstanbul’da garibanlığın hikâyesi Emel Sayın’ın tutsaklığı üzerinden anlatılır. Film Sayın’ın kendi şöhretli yaşamından, illa da kan bağına dayanmayan bu sıcak aile ortamı için vazgeçmesi sürecini anlatır. Onu sakladıkları evin duvarında, başka filmlerle birlikte Avare filminin de afişi asılıdır. Kendisini kaçıranlarla aralarındaki buzlar erimeye başladığında Emel Sayın bu afişlerin ne olduğunu sorar. Evin babası, Avare’nin afişini göstererek “Hayatımızı kurtaran filmler” diye cevap verir. Bu cevap şarkıcılı filmlerin kitlelerle kurduğu ilişkinin de tanımıdır aslında.
Zeynep Dadak
YALNIZLAR RIHTIMI ( PORT OF THE LONELY ) , 1959
Türkiye | DigiBeta, Siyah-Beyaz, 113’ | Türkçe;İngilizce Altyazılı
Yönetmen: Ö.Lütfi Akad
Oyuncular: Çolpan İlhan, Sadri Alışık, Turgut Özatay, Melahat İçli, Sadettin Erbil, Kamuran Yüce, Ahmet Tarık Tekçe
GEMİDE ( ON BOARD ) , 1998
Türkiye | 35mm, Renkli, 112’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Serdar Akar
Oyuncular: Erkan Can, Ella Manea, Haldun Boysan, Naci Taşdöğen, Yıldıray Şahinler, İştar Gökseven
Üzerinde üstünkörü tartışılmış ama değeri pek bilinmemiş bu iki film, sinemamızın en özgün ve ustaca işlenmiş hikayelerinden. Akad'la Akar'ı birlikte izlemek unutulmaz bir deneyim olacak. Yalnızlar Rıhtımı, açıklarda tek başınayken huzur bulan Kaptan Rıdvan'la (Sadri Alışık), bar şarkıcısı “Kontes” Güner'in (Çolpan İlhan) hüzünlü hikayelerini anlatır. Senaryo, şair Atilla İlhan tarafından (Ali Kaptanoğlu takma adıyla) İzmir Pasaport Limanı düşünülerek yazılmıştır. Filmin Ömer Lütfi Akad'ın tercihiyle İstanbul'da çekilmesi, iki şehrin limanları arasındaki fark sebebiyle zamanında eleştirilere konu olmuşsa da, filme özgün ve dokunaklı bir mekan kurgusu kazandırmıştır. Film boyunca gittiğimiz her yerde karanlığın ortasında buluruz kendimizi. Böylece karakterlerin içinde bulunduğu duygusal yalnızlık görsel bir karşılık bulur. Filmin düşmüş kadın hikayesine yaklaşımında hem Karafilm türü etkisi hem de Şiirsel Gerçekçiliğin izlerini görmek mümkündür. Bu melezlik famfatalsiz bir karafilm yaratmış, suçu bir kadına atmak yerine birbirini kazıklayan erkeklerin sinsi ve yalancı hallerini görünür kılmıştır. Akordeon ve tangoya rağmen, karakterlerin tüm insanlığa mal olmuş çaresizliği hayli yerlidir. Yalnızlar Rıhtımı'ndan kırk yıl sonra, bu yerli ve kopkoyu karanlık Gemide filmiyle sembolik mekana taşınır. Film, bir hayat kadınını (Ella Manea) kaçırıp gemilerine getiren dört denizcinin hikayesidir. Tekinsiz Laleli gecesini saymazsak tüm film boğaz açıklarında demirlemiş bir gemide geçer. Serdar Akar'ın gemisi, suçu kadında değil birbirine çelme takmaya çalışan erkek çetesinde arayışıyla Akad'ın rıhtımına yakın durur. Gemiye zorla getirilen kadının dilimizi bilmeyen bir yabancı oluşu, sadece Güner'in hikayesine değil, konuşturmadığımız, dinlemediğimiz, anlamadığımız bütün kadınların hikâyesine dokunur. Kötülerle iyiler birbirine karışır, savaş içimizde sürer gider. Ne İstanbul'a bahar gelme ihtimali ne de bizim düşmüş kadını kurtarma umudumuz kalmıştır; karanlığa küfrederiz. Bu iki filmi birlikte izlemek, özellikle mekan kurgularındaki özene ve karakterlerdeki değişime rağmen ortak olan dertlerine bakmak açısından kaçırılmaz bir fırsat.
Serazer Pakerman
HERŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK ( EVERYTHING’S GONNA BE GREAT) , 1999
Türkiye | 35mm, Renkli, 113’ | Türkçe;Fransızca Altyazılı
Yönetmen: Ömer Vargı
Oyuncular: Cem Yılmaz, Mazhar Alanson, Ceyda Düvenci, Selim Naşit Özcan
KÜÇÜK HANIMIN ŞÖFÖRÜ ( DRIVING LITTLE MISSY ) , 1962
Türkiye | HDD, Siyah-Beyaz, 104’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Nejat Saydam
Oyuncular: Ayhan Işık, Belgin Doruk, Sadri Alışık, Avni Dilligil, Suna Pekuysal, Suphi Kaner, Necdet Tosun
Küçük Hanımın Şoförü ile Her Şey Çok Güzel Olacak’ın görünürdeki tek ortak noktası, sosyetik kafadarlar Ayhan Işık’la Sadri Alışık’ın ince kalem bıyıkları ile Cem Yılmaz’ın belli ki onlardan görüp özendiği ince kalem bıyık değil (kaldı ki arada Oğuz Aral’ın Utanmaz Adam’ı da var). Yeşilçam’ın büyük başarı kazanmış bu iki komedisi de hem buruk hem eğlenceli bir biçimde, alttan alta, arabalarla ilgili.
Haylaz zengin çocuğu Ayhan Işık’ın baba parasıyla galeriden aldığı Chevrolet’den sevimli hayta Cem Yılmaz’ın akıllı uslu abisi Mazhar Alanson’u bile baştan çıkaran “bir gezmelik ödünç” Carrera’ya, sonra ikisinin Bodrum’a kaçmakta kullandıkları mazbut yerli Renault’ya kadar, iki filmde de otomobil metaforunun içinden geçen Türkiyeli gençlik tahayyülleri, yırtma hayalleri, basıp gitme fantezileri var; “Otomobil Uçar Gider / Gönlüm Gibi Geçer Gider.”
Ayhan Işık için, efendi çocuk olmanın, aklını başını devşirmenin yolu bir süreliğine de olsa Belgin Doruk’a şoförlük yapmaksa, Cem Yılmaz’ın hiç böyle tekdirlerle yola gelesi, efendi çocuk olası yok artık. 60’lar Türkiye’sinin 90 sonları Türkiye’sine daha da acilleşerek devrettiği özlemler: Hem yerinden kımıldayamamanın hem yerinde duramamanın sıkıntısı, çocuklarına hep efendi olmayı vazeden bir toplumun kısıtlamalarına isyan… Yaramazlık özlemi, kılık değiştirme, başkası olabilme ihtiyacı. İki filmde de hareket imkânı/imkânsızlığı erkeklikle özdeşleştiriliyor; erkeklik çocuksuluğa, çocuksuluk büyüyememişliğe işaret ediyor. Hepsinin üzerinde nazlı nazlı süzülüp duran sınıf fikri, derinden derine sızlayan bir ayrıcalık-yoksunluk hissi.
Minibüs arkalarında dendiği gibi: Babam Sağolsun! 60’lar Türkiye’sinden, Özal Türkiye’si ve sonrasına devredilen izin verilenler/izin verilmeyenler, imkânlar/imkânsızlıklar, tüketim toplumu olma/olamama sancısı. Liberal ekonominin dolambaçları, ihtiyaçlar ve arzular denkleminin sarpa sardığı uzun ince bir yol…
Fatih Özgüven
FISTIK GİBİ MAŞALLAH ( SUCH BABES ) 1964
Türkiye | HDD, Siyah-Beyaz, 114’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Hulki Saner
Oyuncular: İzzet Günay, Türkan Şoray, Sadri Alışık, Vahi Öz, Mualla Sürer, Cevat Kurtuluş
KİLİNK İSTANBUL’DA ( KILINK IN ISTANBUL ) , 1967
Türkiye | Betacam, Siyah-Beyaz, 70’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Yılmaz Atadeniz
Oyuncular: İrfan Atasoy, Pervin Par, Muzaffer Tema, Suzan Avcı, Hüseyin Peyda, Mine Soley
Apayrı türlere ait bu filmlerin ikisi de kılık kıyafet değiştirip tamamen farklı biri olmanın ne denli kışkırtıcı sonuçlar doğurabileceğine dair fikir birliğine varmış gibi görünüyor. Kilink’te maske karakterin kimliğini gizliyor,Fıstık Gibi Maşallah’ta ise karakterler bir kamuflaj giysisi giyer gibi kadın kıyafetine bürünüyor.
Kilink’in hareketsiz, gülen kurukafa maskesi vicdansızlığı, hainliği, hatta yaptığı kötülüklerden aldığı hazzı ifade ediyor gibi. Bunun da ötesinde, bu tekinsiz yüz ifadesi nedeniyle uzun süre Kilink’in filmin kahramanı mı yoksa kötü kişisi mi olduğu açıklığa kavuşamıyor.
Öte yandan, filmde kadınsılığın karikatür düzeyinde abartılışına karşın, Fıstık Gibi Maşallah’ın iki kahramanı Naciye ve Fikriye de cemaate kabul misali daha ilk baştan diğer kadın oyuncular tarafından kabul görüyor; dahası aralarındaki tüm mesafeleri kaldırarak “kadın kadına” birbirlerine sokuluyorlar. Kuşkusuz, bu kabul görme Naciye ve Fikriye’nin kadın rollerini çok iyi oynamalarından kaynaklanmıyor. Bu konudaki başarıları, daha çok onların “normal” kanlı canlı erkekler olmalarıyla ilgili, ki film de bu doğrultuda gelişiyor.
Her iki filmin bir anlamda ithal ürünleri dönüştürdüğü düşünülürse (İtalyan fotoromanı Killing ve Some Like It Hot), Kilink’in iğretiliği malzemesini uyarlamak bir yana, ayrıksı bir yabancılığı neredeyse tercih edişinden kaynaklanıyor: Sebepsiz yere bikinilerle dolaşan kızlar, her yerde viski şişeleri ve Kilink’in ödüllendirme amaçlı kadınları maskesi üzerinden öpüşü gibi...
Oysa Fıstık Gibi Maşallah’ta Doğu, Batı, taşra, kabadayılık, çalıntı Hollywood müzikleri, baştan çıkarma amaçlı viski-sucuk hazırlatma, kadın kılığında “Baklava, Börek Aç” şarkısıyla göbek atma ve travestiliği meşrulaştırma gibi çeşitli öğeler yardımıyla baştan sona bir eklektiklik sergileniyor; farklılıkların füzyon misali tek bir potada erimesi bir nevi karnavala dönüşüyor.
Bu iki filmi bir arada izlemek, “Türklüğün” özel bir kimya tuttuğunda ne kadar çok değişken içerebileceğini, ancak kimyanın tutmadığı anlarda da, “yabancı” kaynaklı öğeleri ne kadar kolay ve bariz biçimde dışarıda bırakabileceğini düşünmek açısından ilginç.
Selim Eyüboğlu
BEYOĞLU’NUN ARKA YAKASI ( THE OTHER SIDE OF BEYOGLU ) , 1986
Türkiye | Betacam,Renkli, 90’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Şerif Görern
Oyuncular: Tarık Akan, Erdal Özyağcılar, Oya Aydoğan, Yavuzer Çetinkaya, Nalan Türkoğlu
SÜRTÜK ( CHANTEUSE OF BEYOĞLU ) 1965
Türkiye | Betacam, Renkli, 90’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Ertem Eğilmez
Oyuncular: Ekrem Bora, Türkan Şoray, Cüneyt Arkın, Melahat İçli, Ferah Nur
Beyoğlu’nun önemini kim reddedebilir? Kültür-sanat kadar eğlence hayatının merkezi de yüzyıllardan beri orasıdır. Zamanında ana caddesinde hanımefendi ve beyefendiler şık kıyafetlerle boy gösterirken, arka sokakları hemen her alt kültürün buluşma yeri olmuş bir semt... İstanbul’la ilgili pek çok iktidar savaşının Beyoğlu üzerinden ilerlemesi, bu çokkültürlü merkezi yeniden biçimlendirmek isteyenlerin eksik olmaması da elbette şaşırtıcı değil.
Sürtük’ten bahsederken bunlar öncelikle akla gelmeyebilir. Film, gazino patronu Ekrem’in amatör şarkıcı Naciye’yi yetiştirip assolist yapmasını konu alır. Ancak Naciye müzik dersleri aldığı piyaniste âşık olunca işler karışır, çünkü Ekrem “eseri” üzerinde iktidarını ilan etmeye çalışır; filmin bir sahnesinde de Naciye’ye şöyle der: “O Beyoğlu caddesinde potin bile boyadım ben. Şimdi de senin gibilerle halkın gözünü boyayıp, para kazanıyorum.” Naciye gibi, Beyoğlu’nun gece hayatı da onun için bir proje, bir iktidar alanıdır. Gerçekten de Ekrem, bir nevi her şeyin üzerindeki “güç”tür; âşıklar bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışınca, iş buldukları küçük işletmeleri de satın alarak çalışmalarını engeller. Ancak gerçek hayattaki iktidar sevdalılarından farklı olarak sonunda ısrarından vazgeçer. Âşıkların birleşmesine aracı olduktan sonra gazinodan çıkar ve Beyoğlu sokaklarında yalnız başına yürür. Kamera uzaklaşırken, Ekrem de küçülür. Artık ne Naciye’nin, ne de Beyoğlu’nun sahibi olabileceğini anlamıştır.
Beyoğlu’nun Arka Yakası ise bu semte Ekrem ve benzerlerinin sürmeye çalıştığı cilayı söküp atar. Beyoğlu’nun arka sokaklarını gösterirken şöyle der film: “Beyoğlu’nu batırmak, yermek kadar kolay bir şey yok... İyi röportajcı Beyoğlu’na söver. Ben acemi röportajcıyım, Beyoğlu’nu öveceğim.” Filmin başkarakteri memur Haydar, Beyoğlu’nda felekten bir gece çalayım derken tüm maaşını bir fahişeye kaptırır ve başına gelmedik kalmaz. Sonunda gece boyu peşinden gittiği beyaz elbiseli kızın (cilalı bir Beyoğlu hayali) gerçek olmadığını kabul edecek ve Ekrem gibi sahneyi küçülerek terk edecektir. Her iki film de Beyoğlu’nun kendini ele geçirmeye veya çözmeye çalışan karakterleri eve eli boş yollamasıyla sonlanır.
Engin Ertan
DÖNÜŞ ( THE RETURN ) ,1972
Türkiye | 35mm, Renkli, 94’ | Türkçe;Fransızca altyazılı
Yönetmen: Türkan Şoray
Oyuncular: Türkan Şoray, Kadir İnanır, Bilal İnci, Osman Alyanak, Hikmet Taşdemir
DUVARA KARŞI ( HEAD-ON ) , 2004
Almanya/Türkiye | Betacam, Renkli, 121’ | Almanca,Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Fatih Akın
Oyuncular: Sibel Kekilli, Birol Ünel, Güven Kıraç, Meltem Cumbul, Demir Gökgöl
Hepimizde derin izler bırakmış bu iki muhteşem film, aynı meseleye farklı noktalardan yaklaşır. Yıllara ve araya giren mesafeye meydan okuyan ortaklıkları sizi şaşırtacak. Dönüş başına gelen bütün felaketlere rağmen umudunu yitirmeyen ve zalimlere boyun eğmeyen bir kadının hikâyesini anlatır. Film köyden kente ve yurtdışına göçün en yoğun döneminde ve politik yönden fırtınalı bir iklimde çekilmiş bir filmdir. Filmin konusu ve biçimi bütün bu karmaşayı ince ince işler ve titizlikle gözler önüne serer. Filmin yazar-yönetmeni Türkan Şoray, göç ve köy filmlerinden tanıdığımız birkaç hikayeyi özgün bir üslupla ve benzersiz bir yeniden-çerçeveleme tekniğiyle birbirine geçirir. Film köy hayatının estetize edildiği montaj sahneleri ve Brehtiyen performanslar gibi bazı Üçüncü Sinema ilkelerini başarıyla uygulamış nadir örneklerdendir. Şoray bu filmde en iyi oyununu sergilemiş ve alışılmışın dışında bir tarza ikna ettiği bütün oyuncuları ustalıkla yönetmiştir.Dönüş'te Kadir İnanır ve Türkan Şoray yoktur; İbrahim'le Gülcan vardır. Film, içinde bulunulan sıkıntının çaresini eğitimde görür. Köyün öğretmeni, karşılıksız bir sevgi ve sabırla, en büyük kabuslarda bile her zaman Gülcan'ın yanında olan tek karakterdir. Şoray'ın hayalindeki Hayat Bilgisi dersi 'insanlıktan umut kesmeyin' der gibidir bir yandan. Film evin yaşanmazlığını cinnete, gurbetin dönülmezliğini ölüme denk gösterir. Evdeki herkesin aklı uzaklardadır, ki köyün güçlü Ağası (Bilal İnci) bile 'kaçarız buralardan' demiştir, fakat giden aynı kalmaz, döndüğü yeri yadırgar. Ta o zamanlar gidip de dönemeyenlerin sesini, Fatih Akın sayesinde, Duvara Karşı'da duyarız. Film iki kayıp ruh olan Sibel (Sibel Kekilli) ve Cahit'in (Birol Ünel) birbirlerine tutunmaya çalışmalarını anlatır. Olanlara bakınca, bunca yıla rağmen bazı dertlerin aynı kaldığını, bazı umutlarınsa tamamen solduğunu görürüz. Hayat bambaşkadır artık, gün batımında koklayacağı bir karış toprağı, dönecek bir evi olmayan nesiller yetişmiştir. Fakat isyan aynıdır. Heba olan dolmaların arkasından ağlayan, adaşı olan milli haltercimize tempo tutan kadında Gülcan'ın öfkesini ve özlemini görür, davanın her şeye rağmen bıraktığımız yerden devam ettiğini anlarız. Tekrar tekrar izleyip ağladığımız bu iki filmi birlikte izleme fırsatını sakın kaçırmayın.
Serazer Pakerman
ARKADAŞ ( THE FILM ) , 1974
Türkiye | 35mm, Renkli, 95’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Yılmaz Güney
Oyuncular: Yılmaz Güney, Melike Demirağ, Kerim Afşar, Ahu Tuğbay, Azra Balkan
EŞKIYA ( THE BANDIT ) , 1996
Türkiye | 35mm, Renkli, 121’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Yavuz Turgul
Oyuncular: Şener Şen, Uğur Yücel, Kamuran Usluer, Sermin Hürmeriç, Yeşim Salkım, Ülkü Duru, Özkan Uğur, Kayhan Yıldızoğlu
Hem yapıldıkları dönemin politik manzarasına iddialı bir pencere açan çıkışlarıyla, hem de en ıssız zamanlarında salonlara çektiği seyirci sayısıyla 20 sene arayla sinemamızın kaderini değiştirmiş bu iki filmi birlikte görmek, aradan geçen yirmi seneye bakışınızı değiştirebilir. Arkadaş, Cemil (Kerim Afşar) ve Azem (Yılmaz Güney) adlı köy kökenli iki eski arkadaşın birbirinden ayrılıp farklı hayatlar kurduktan epey sonra tekrar bir araya gelmesini konu alır. Cemil şehre gelip uyum sağlamış, ya da 'özünü unutup, yoldan çıkmış', Azem'se değerlerine sadık kalmıştır. Azem karakteri her tür keyiften özellikle cinsel arzudan arındırılmıştır. Dünyanın bütün yükü her an omuzlarındadır ve bu yükü kendisiyle paylaşmayan insana tahammülü yoktur. Neredeyse bedensiz olarak sunulan Azem, hatalar yapabilen bir insan değil, üzerine türlü ideallerin yazılacağı lekesiz bir sayfadır adeta. Azem gibi bir örnekle kıyasladığımız her karakter düşüncesiz ve zalimdir. Muhteşem otoban sahnesine rağmen, Arkadaş'ın siyasi söylemi yetersizdir. Güney'in çerçevesinde en çok göze batan, başımıza gelen bütün felaketlerin sorumlusu olarak gösterdiği şehirli, orta sınıf kadına (Azra Balkan) olan kinidir. Güney, politik iklimimizde yıllara meydan okuyacak bu efkârlı solcu ağabey kimliğini Azem karakteriyle ölümsüzleştirir. Azem ayrıca Güney'in bu filmden itibaren çıkacağı yolculukta dillendirmeden idealize edeceği Kürt kimliğidir. Bu kimlik Yavuz Turgul'un köyü yakılan ve dağa çıkan efsanevi kahramanı Baran'la (Şener Şen) masalsılaşır. Aslında Eşkıya filmi de aynen Arkadaş gibi yolları ayrılan iki eski arkadaşın, Baran ve Berfu'nun (Kamran Usluer), buluşma hikâyesidir. Fakat durum çetrefillenmiş, sorunlar iyice içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Bazı şeylerse değişmeden kalır: Yine en büyük kazığı şehirli kadından (Yeşim Salkım) yer, gerçek düşmanı elimize geçiremediğimiz için, yine bütün hıncımızı ondan alırız. Hafızalara kazınmış unutulmaz sahnelerle dolu bu iki filme bir de birbirinin devamı olarak bakalım.
Serazer Pakerman
YATIK EMİNE ( EMINE THE PROSTITUTE ) , 1974
Türkiye | HDD, Renkli, 84’ | Türkçe;Fransızca altyazılı
Yönetmen: Ömer Kavur
Oyuncular: Necla Nazır, Serdar Gökhan, Bilal İnci, Nubar Terziyan, Mahmut Hekimoğlu, Güzin Özipek
AYSEL BATAKLI DAMIN KIZI ( AYSEL, THE GIRL FROM THE SWAMPY ROOF ) , 1935
Türkiye | Digibeta, Siyah-Beyaz, 80’ | Türkçe;Fransızca altyazılı
Yönetmen: Muhsin Ertuğrul
Oyuncular: Muhsin Ertuğrul, Ergun Köknar, Talat Artemel, Cahide Sonku, Hazım Körmükçü, Hadi hun, Müfit Kiper, Sami Ayanoğlu
Türk sinemasının Batı sinemasıyla dirsek teması olan ilk yönetmeni Muhsin Ertuğrul’un da, sinemamızda uzun süre faaliyet göstermiş okullu ilk yönetmenimiz Ömer Kavur’un da “kadın meselesi” ile ilgilenen, aşılmamış birer film yapmaları tesadüf müdür? Kadın meselesi, Cumhuriyet dönemi kültür hayatımızda olduğu gibi sinemamızda da kendini dayatan “mesele”lerin ilklerindendir. Özellikle erkek yönetmenler bu mesele etrafında bazen oportünist bazen de vicdanlı bir biçimde dolanmışlardır. Kadın meselesi hem iç gıcıklayıcıdır, hem de iç acıtıcı. Tiyatrodan gelip 1910’lar ve 20’lerde İsveç ve Almanya’da aktör ve yönetmen olarak çalışan Muhsin Ertuğrul’un 1934 tarihli filmi Aysel, Bataklı Damın Kızı, Victor Sjöström’ün Tösen från Stormyrtorpet (1919) adlı melodramından uyarlamadır ve özellikle dönemin kırsalı anlatan Rus sinemasını, mesela Dovzhenko’nun kimi filmlerini andırır. Başrolde, erkeklerin insafına kalmış köylü kızı rolünde büyük başarı kazanan, o yıllar Türk sinemasının tek sarışın yıldızı, Marlene Dietrich’i Cahide Sonku var. Aysel,…’de sadece kadın meselesi üzerine gözlemler yoktur; toprak zenginleriyle köylüler, okumuş şehirli kadınlarla cahil köylü kızları, kaderini elinde tutabilmekle tutamamak arasındaki karşıtlıklar da vardır. Aysel,…, bu yönüyle bir “memleket filmi”dir de. Ömer Kavur’un sinema okulu IDHEC’den çıkar çıkmaz çektiği 1974 tarihli Yatık Emine ise Refik Halit Karay’ınMemleket Hikâyeleri kitabında yer alan aynı adlı öyküden uyarlama. Hikâye, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında fahişelik yüzünden Anadolu’nun ücra bir kasabasına sürülen Emine’nin son günlerini konu edinir.Yatık Emine Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme dönemine denk düşen bir kadın hikâyesi olduğu kadar, hem Bressonvari minimal anlatımıyla sinemamızda bir ilk, hem de yıllar sonra Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’daki ödül töreninde adını koyacağı bir hissin, “tutkuyla sevilen yalnız ve güzel ülke”nin dolaylı ifadesidir belki de… Kadının, ülkenin-ulusun temsili olarak kullanılışının dokunaklı örneklerinden biri olan, uzaklarda yalnız bırakılmış bu karakterden yola çıkarak denebilir ki, “hepimiz hâlâ Yatık Emine’yiz, hepimiz bir taşrada sürgünüz…”
Fatih Özgüven
OTOBÜS ( THE BUS ) 1976
Türkiye | HDD, Renkli, 91’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Tunç Okan
Oyuncular: Tuncel Kurtiz, Tunç Okan, Aras Ören, Hasan Gül
FOTOĞRAF ( THE PHOTOGRAPH ) , 2001
Türkiye | Betacam, Renkli, 66’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Kazım Öz
Oyuncular: Feyyaz Duman, Nazmi Kırık, Mizgin Kapazan, Muhlis Asan, Zülfite Dolu, Mehmet Ali Öz
Gür bıyıkları, üstlerinde tek ceketleri, ayakkabıları, ceplerindeki son kuruşlar ve nice umutlarla yola çıkan bir otobüs dolusu adam, mola yerinde otobüsün önünde fotoğraf makinesine poz verir. Biçare garibanları parasız ve pasaportsuz Stockholm’ün göbeğinde bırakacak olan dolandırıcı şoför, fotoğraf çekilene kadar makinesini anlatmaya doyamaz: “Makineye bak be! Son Amerikan icadı. Bas düğmeye, al resmi. Hey gözünü sevdiğimin medeniyeti...”
Otobüs’teki Batı teknolojisi övgüsünün pek benzerinin Fotoğraf’ta da olması dikkat çekicidir. Farklı yolların hikâyeleridir anlattıkları oysa. Ve ilk bakışta göründüğünden çok daha fazla ortak noktaları vardır. Otobüsler erkek mekânlarıdır, yolculuk erkek yolculuğudur; kâh merakla erotik filmlere bakılır, kâh kadınlara yüz vermemenin öneminden konuşulur. Üniformalılar durdurur, kâğıtlar sorar, nereye gidip nerede duracaklarına karışır. Ait olmadıkları bir yerde midirler? Nereye aittirler?
Otobüs’te yolculuk Batı’ya, Avrupa’ya doğrudur. Fotoğraf’taki otobüs ise Doğu’ya, Kürdistan’a gider. Belirsizlikler, beklentiler, umutlar, hayaller, korkular apayrı ama bir o kadar da aynıdır. Otobüs’ün yoksulları, belki köylerinden ilk kez çıkarak soluğu Avrupa’da aldıklarında kurtulacaklarını umarken mutlaka endişeleri vardır ama korktuklarından daha da beteri gelir başlarına.
Fotoğraf’ın otobüsünde yan yana düşen genç adamların biri askere, biri gerillaya katılmaya gittiğini diğerine söylemez bile. Kendilerini bekleyenin ne olduğunu bilmeseler de hiç değilse gittikleri yola inanırlar. Bilmezken de bir şeyler bilir insan ve yol, bir duygudaşlık yaratır. İki yalın ve bir o kadar etkili yolculuk anlatır filmler. Ne birbirine kurşun sıkan gençlerin aynı yolun yolcusu olduklarını fark ettiği andaki bakışları unutulur, ne geniş meydanları ve sarışın insanları olan yabancı bir kentte polisten kaçıp kaybolmuş yüzlerin ifadesi akıllardan çıkar.
Cumhuriyet denen “otobüs”ün bir türlü giderilemeyen başlıca iki arızası hiç de başka yönleri işaret etmez belki de; ekmek kavgası ile kimlik davası. Otobüs ile Fotoğraf’ı birlikte düşünmek böyle vaatkâr bir yolculuk olabilir.
Çağdaş Günerbüyük
ÇÖPÇÜLER KRALI ( THE KING OF STREETSWEEPERS ) , 1977
Türkiye | Betacam, Renkli, 90’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Zeki Ökten
Oyuncular: Kemal Sunal, Şener Şen, Ayşen Gruda, Erdal Özyağcılar, İhsan Yüce, Mürüvvet Sim
KORKUYORUM ANNE ( MOMMY, I’M SCARED ) , 2004
Türkiye | Digibeta, Renkli, 126’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür, Şenay Gürler, Arzu Bazman, Turgay Aydın, Aydoğan Oflu, Bülent Emin Yarar, Ozan Uygun, Esra Bezen Bilgin
İstanbul’un eski usul mahalle yaşamı, bir çeşit “yarı açık komün”ü temsil eder: Yabancıların yolunun kolay kolay düşmediği; sakinlerinin çalışmak, alışveriş yapmak veya gezmek için şehrin daha kaotik, belirsizliklere daha açık merkezlerine gidip geldiği ama en nihayetinde kapalı devre bir hayatın sürdüğü sosyal birimler. Hızla dönüştürülen kentin içinde iyiden iyiye nostaljiye karışmaya başlayan mahalle kavramı, sunduğu cemaat anlayışıyla bireyi hem korur hem de kısıtlar: Bir tarafta (özlenen) sıcak komşuluk ilişkileri, diğer tarafta aynı sıcaklığın “bedel”i olarak “mahalle baskısı”.
Zeki Ökten’in yönettiği Çöpçüler Kralı ve Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’si, “eski İstanbul mahallesi”nin en detaylı tasvirini sunmuş filmler arasındalar. Çöpçüler Kralı, 70’lerin sonlarına denk gelen bir yapım olarak, dönemin ruhu gereğince sosyal sorunları merkezine alıyor. Filmde varlığı en çok hissedilen konu başlıklarından biri, köyden kente göç. Kapıcılar, sokak satıcıları, temizlikçiler, devlete bağlı mesleklerin en alt sınıfını temsil eden işçilerden çöpçü… Onlar, kentin yeni sakinleri. “Efendiler”, apartman dairelerinde oturuyor. Gerçi onlar da büyükşehir kültüründen fazlaca nasiplenmemiş görünüyor. Yine de, adeta aristokrat kibriyle, buyurganlıkta ileri gitmekten çekinmiyorlar. Devlet memuru olmaktan müthiş gurur duyan, ancak kişisel hayatında bir “ana kuzusu” olmaktan öteye gidemeyen zabıta memuru ise mahallenin yöneticisi gibi davranıyor. Mahalle içindeki aşk ilişkilerinin gidişatını belirleyen tek bir şey var: Kaygan bir zeminde her an değişmeye hazır haldeki sosyal statü.
Döneminin gerçekçi bir yansıması olan Çöpçüler Kralı’ndan farklı olarak Korkuyorum Anne, çekildiği tarihte (2004) yok olmaya yüz tutmuş olan mahalle kültürünün rengârenk, nostaljik bir tasvirini sunuyor. Görünüşte her şey yolunda; “korkmaya” gerek yok, zira gerek aile üyeleri, gerek komşular tam bir yardımlaşma içinde; hatta sosyal sınıflar önemsiz. Alttan alta ise, korumacılık adı altında, aile bağları üzerinden şekillenen ve sağlıklı bir komünün olmazsa olmazı olan bireyin oluşumuna ket vuran bir sosyal sistemin varlığı seziliyor.
Yeşim Tabak
TEYZEM ( MY AUNT ) , 1986
Türkiye | Betacam, Renkli, 101’ | Türkçe;altyazılı
Yönetmen: Halit Refiğ
Oyuncular: Müjde Ar, Haldun Ergüvenç, Yaşar Alptekin, Tomris Oğuzalp, Serra Yılmaz, Mehmet Akan, Necati Bilgiç, Ayşe Demirel, Uğur Yücel
UÇURTMAYI VURMASINLAR ( DON’T LET THEM SHOOT THE KITE ) , 1989
Türkiye | 35mm, Renkli, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazılı
Yönetmen: Tunç Başaran
Oyuncular: Nur Sürer, Füsun Demiral, Ozan Bilen, Güzin Özipek, Meral Çetinkaya, Sevgi Sakarya, Yasemin Alkaya
Bir hikâyeyi çocukların gözüyle anlatmak sinemacıların sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Eğer sinema bir hayal perdesiyse, yeri geldiğinde kurallarını büyüklerin koyduğu gerçek dünyanın anlamsızlığından da dem vurması gerekir. Bunu çocuklardan iyi kim yapabilir?
Sinemamızın zaman içerisinde en beğenilmiş (ve şüphesiz en çok mendil ıslatmış) filmlerinden ikisi, Teyzemve Uçurtmayı Vurmasınlar da aynı yöntemi kullanır. Ümit Ünal’ın senaryosundan Halit Refiğ’in sinemaya aktardığı Teyzem’in başkarakteri Müjde Ar’ın canlandırdığı Üftade’dir ama hikâyeyi yeğeni Umur’dan dinleriz. Ailesi başta olmak üzere yakın çevresi tarafından delirmeye terk edilen Üftade’yi sadece yeğeni anlamaya çalışır. Emekli astsubay üvey babasının baskısı ve tacizleri Üftade için hayatı bir nevi hapishaneye dönüştürmüştür ama kimse ona inanmaz. Kadının odasında dolaşan üvey babanın hayaletini sadece Umur’un görmesi boşuna değildir. Teyzesi daha ilk tanışmalarında onu sadece bir oyun dünyasına değil, evdeki otoriteye karşı bir ittifaka da çağırmıştır.
Tunç Başaran imzalı Uçurtmayı Vurmasınlar’da ise anlatıcı bir yetişkindir ama başkarakter çocuktur. Bu kez sembolik bir hapishane söz konusu değildir; film kadınlar koğuşunda geçer. Annesiyle beraber hapis hayatı yaşayan beş yaşındaki Barış’ın en yakın arkadaşı siyasi suçlu İnci’dir. Filmin anlatısı, tahliye olduktan sonra İnci’nin Barış’la ilgili anılarını hatırlaması üzerine kuruludur ama merkezde hep çocuğun olan biteni nasıl algıladığı yer alır. Hapishane avlusuna tebeşirle çizilen bir uçurtmanın neden uçmadığını soran Barış’ın naifliği, gökyüzündeki bir uçurtmayı vurmaya çalışan hapishanedeki otoritenin saçmalığını da ortaya çıkartır.
İki filmi birbirine yaklaştıran bir diğer unsur ise hem Umur hem de Barış’ın darbe dönemi çocuğu olmasıdır. 12 Mart’ın hemen ertesinde başlayan Teyzem, hikâyesinin geçtiği dönemden çok, çekildiği zamanın (1986) duygusunu, çaresizliğini yansıtır. Umur, geriye dönüp bakınca teyzesini kurtaramamanın üzüntüsünü taşır. Film bu yüzden karamsardır. Bir “12 Eylül filmi” olan Uçurtmayı Vurmasınlar çekildiği sırada ise ülkede sıkıyönetim sona ermiştir. Belki de bu yüzden Başaran’ın filmi, içerdiği tüm hüzne rağmen, geleceğe dair umutludur.
Engin Ertan
AAAHH BELİNDA!.. ( AAAHH BELINDA!.. ) , 1986
Türkiye | 35mm, Renkli, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazılı
Yönetmen: Atıf Yılmaz
Oyuncular: Müjde Ar,Macit Koper, Yılmaz Zafer, Güzin Özipek, Füsün Demirel, Tarık Pabuçcuoğlu
CAZİBE HANIMIN GÜNDÜZ DÜŞLERİ ( DAYDREAMS OF MISS CAZIBE ) , 1992
Türkiye | 35mm, Renkli, 105’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: İrfan Tözüm
Oyuncular: Hale Soygazi, Uğur Polat, Macit Koper, Suna Selen, Halil ERgün, Nüvit Özdoğru
Aaahh Belinda da, Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri de Yeşilçam’ın fanteziyle imtihanından geçebilecek az sayıda filmden biri olurdu. Sıradan hayatın akışı içinde bunalırken bir farklılık aramak, ona yaklaşınca da ürküp kaçmak iki filmin de ana teması. Cazibe Hanım kendini kapana kısılmış gibi hissediyor. Bakmak zorunda olduğu yaşlı annesi içini daraltıyor, ondan hoşlanan amcası basiretsizlik örneği sergiliyor. Cazibe Hanım lise yıllarından beri unutamadığı Kürşat ile kaçamak yapmanın fantezisini kuruyor; ancak Kürşat didaktik bir tavırla Cazibe’nin hayallerini sonuna kadar gerçekleştirmesini, yoksa düşlerinde yarattığı sevgilisini kaybedeceğini hatırlatıyor. Aaahh Belinda’da ise şampuan reklamında oynayacağı ev kadını Naciye Hanım karakteriyle özdeşleşme fikri Serap’ı tiksindiriyor. Hayat boyu mesafeyle baktığı, döneminin popüler betimlemesiyle “feodal ilişkiler”den, geleneksel ailelerin küçük dünyalarından, komşuluktan, kasabalılıktan uzak durmak istiyor o; farklılığını kaybetmekten korkuyor. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi solcu arkadaşları onu reklam çekip kendini satmakla suçluyor.
Her iki durumda da, sosyal gerçeklik ve fantezi iç içe geçiyor; “gerçek” Kürşat’la tesadüfen karşılaşıp onunla beraber olunca Cazibe’nin onca zamandır kurduğu düşler kısa devreye uğruyor. Serap ise Alacakaranlık Kuşağı örneği içine hapsolduğu şampuan reklamı dünyasından kaçıp eski tiyatrosunda iş buluyor; ancak babaanne yaşadığımız günlere rezonans yaparcasına “Tiyatroya nasıl girileceğini sizden öğrenecek değiliz!” diyerek provayı basıyor.
Belki de birileri bu iki filmi fanteziyle imtihanlarında sınıfta bırakırdı; çünkü her ikisi de Belle de jour veya Lost Highway-vari birer fantezi filmi olmaktan ziyade, sosyal gerçeklik üzerine kurulu filmler. Fantezi dünyasına girişler ve çıkışlar toplumsal gerçeklikten kopuşun altını mümkün olabilecek en net çizgilerle çizebilmeye hizmet ediyor. Gene de bu iki sıra dışı film, hiçbir şey olmasa da Türk sinemasının fantezi türüyle barışık olup olmadığı gibi (son derece kapsamlı) bir soruyu gündeme getiriyor.
Selim Eyüboğlu
HAMAM ( HAMAM ) , 1996
Türkiye, İspanya, İtalya | HDD, Renkli, 94’ | Türkçe; İtalyanca; İngilizce altyazı
Yönetmen: Ferzan Özpetek
Oyuncular: Alessandro Gassman, Francesca D’Aloja, Carlo Cecchi, Şerif Sezer, Halil Ergün, Mehmet Günsur
BİR TÜRKE GÖNÜL VERDİM ( I LOVED A TURK ) , 1969
Türkiye | Betacam, Siyah-Beyaz, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazı
Yönetmen: Halit Refiğ
Oyuncular: Eva Bender, Ahmet Mekin, Bilal İnci, Osman Alyanak, Seden Kızıltunç, Aynur Akarsu, Murat Tok, Rabia Alyanak
Baklavanın tadı insanı baştan çıkarır, rahatlatır; hamamın buharı ise içine dalınca sakinleştirir: Bu zevki bir kez tadan adeta mest olur ve bazen de mevta... Sanki, Bir Türk’e Gönül Verdim ve Hamam filmlerinin ikisinin de verdiği mesaj bu. Aralarında neredeyse otuz yıl olan bu iki filmin kahramanları birer kişiden ziyade külliyen bir ülkeye vuruluyor. Tabii, yaşadıkları ilişkinin bu aşkı güçlendirdiğini de teslim edelim. Her iki filmin görüntü yönetmeni, kesiksiz kamera çekimleriyle, bu ülkenin ancak Türkiye olabileceğini bizlere gösteriyor: Doğu ve Batı kültürü birbiriyle kaynaşmış; kim bilir kaç imparatorluğun kurulup yıkılmasına tanıklık etmiş tarihi eserler ve anıtlar ganiyle; misafirperverlik deseniz haddinden fazla; zaman mefhumu ise son derece geniş. İşte bütün bunlar, pragmatik olduğu kadar yeniliklere de açık olan Batılının ömrü boyunca arayıp da bulamadığı şeyler. Öte yandan, bu ülkede zor bir dil konuşuluyor; alışmadıkları dinsel adetler var; toplum düzeni ataerkil ve entrikalar dönüyor. Bunlar da, tedirgin ve güvensiz Batılının en korktuğu şeyler.
Bu iki filmin yönetmenleri Halit Refiğ ve Ferzan Özpetek yurtdışında yaşadıklarından, resmini çektikleri kültür çatışmasını birinci elden deneyimlemiş insanlar. Filmlerinde, iki tarafın arasındaki karşılıklı çekimden ziyade farklılıkların altını çizmeye çalışır gibiler. Bir Türk’e Gönül Verdim’de genç bir Alman kadın, Almanya’da yabancı işçi olarak çalışan ve çocuğunun da babası olan İsmail’i bulmak için Kayseri’ye gider. İsmail tarafından reddedilen genç kadın daha sonra gerçek aşkı Mustafa’da ve onun ailesinde bulacak, öyle ki onların hatırına İslamiyet’i bile kabul edecektir. Ancak, Mustafa’nın geleneklere karşı gelen bu aşkın bedelini ödemesi gerekir: Kıskanç yabancı işçi düğünden önce Mustafa’yı öldürür. Öte yandan, Hamam’a bakacak olursak, burada da İtalyan bir iç mimar İstanbul’a gelerek benzer bir süreçten geçer. Şu farkla ki, İslamiyet’i değil, eşcinselliği kabul eder. Ancak onun ömrü de uzun olmaz; planları bozulan bir yatırımcı kadının (!) tuttuğu kiralık katil tarafından bıçakla öldürülür.
Özetle, Türk dostlarına ve Türkiye severlere yapılan duyuru ortada: Yazılı ve hatta yazılı olmayan kurallara mümkün olduğunca uyun! Öte yandan, aslına bakarsanız her şey bir empati ve nezaket meselesi...
Daniela Sannwald
MAYIS SIKINTISI ( CLOUDS OF MAY ) , 1999
Türkiye | 35mm, Renkli, 130’ | Türkçe; İngilizce altyazı
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: M.Emin Ceylan, Muzaffer Özdemir, Fatma Ceylan, Muhammed Zımbaoğlu, M.Emin Toprak, Sadık İncesu
YUMURTA ( EGG ), 2007
Türkiye | 35mm, Renkli, 97’ | Türkçe;İngilizce altyazı
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen, Gülç,n Satırcıoğlu, Kaan Karabacak
Mayıs Sıkıntısı 1999’da Türk sinemasında arz-ı endam ettiğinde, belki de 2013 tarihli Yozgat Blues’un alaycı tonuyla sona erecek taşra temalı filmler furyasının açılışını yapmıştı. Mayıs Sıkıntısı’yla birlikte taşra bir “sıkıntı”, “suçluluk” ve “özlem” olarak erkek sinemacıların filmlerinde ilk kez beliriyordu. Bu filmlerin başkahramanları da sanatçı olmak isteyen ve bunun için de taşrayla temsil edilen geçmişleriyle hesaplaşmaya niyet eden genç erkeklerdi. Mayıs Sıkıntısı’nın kahramanı olan genç yönetmen, ailesiyle ilgili ilk filmini çekmek üzere kasabasına döner. Konuya tamamen ilgisiz olmakla birlikte oğullarına yardımcı olma konusunda bütün iyi niyetleriyle bilmedikleri bir filmin oyuncuları olmaya razı olan ailesinin gündelik hayatının akışını filme zaptetmeye çalışır. Film içinde film; çekilmekte olan film Koza’dır. Ama Mayıs Sıkıntısı’nda esas olan “zaman”dır. Rüzgâr eser, bulutlar geçer, kavaklar hışırdar, küçük bir oğlan çocuğu plastik bir saate kafayı takar, sanki taşranın buyurgan rutinine ve ağır ağır akan zamanına inat olsun diye bir sepet domatesi yamaçtan aşağı döküverir. Taşralı genç bir erkek ise aynı akışın bunaltıcılığından kurtulmak için taşradan uzakta bir gelecek hayal eder. Film bize taşranın bu ağır ağır akıştan ibaret olduğunu ve bunun aslında güzel olduğunu söyler. 2007’deki Yumurta’nın kahramanı olan şair delikanlı ise kentte tamamen unuttuğunu, geride bıraktığını sandığı taşraya “anne”nin çağrısı üzerine geri döner, daha doğrusu annenin son çağrısı üzerine… Anne artık varlığıyla orada değildir ama “oğul”a hazırladığı birtakım planlar, işaret ettiği birtakım yollar, hatırlattığı, oğulun geride bıraktığını sandığı halde bırakmadığını anlayacağı bir gelecek vardır. Taşra annedir, kucaklayandır. İki film de müthiş şiirsel anlatımları, nefis görüntüleri, neredeyse narsisizme varan güzellikleri ile ister “uzak” ister “yalnız” isterse de inatla “yalnız kalmayı seçmiş” olsun, Türkiye dediğimiz yerin ruh ikliminin de bir çeşit taşra, ruh halinin ise bu iki filmdeki “anlaşılmamış”, anlaşılmak da istemeyen, küskün, hafifçe kalbi kırık genç erkeklerinki gibi olduğunu düşündürür.
Fatih Özgüven
KARPUZ KABUĞUNDAN GEMİLER YAPMAK ( BOATS OUT OF THE WATERMELON RINDS ) , 2004
Türkiye | 35mm, Renkli, 98’ | Türkçe;İngilizce altyazı
Yönetmen: Ahmet Uluçay
Oyuncular: İsmail Hakkı Taslak, Kadir Kaymaz, Gülayşe Erkoç, Boncuk Yılmaz, Hasbiye Günay, Mustafa Çoban, Fizuli Caferov, Ahmet Uluçay
BİR TUĞRA KAFTANCIOĞLU FİLMİ ( A TUGRA KAFTANCIOGLU )
Türkiye | 35mm, Renkli, 85’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Emre Akay
Oyuncular: Emre Akay, Gülüm Baltacıgil, Tuğra Kaftancıoğlu, Mehmet Demirtaş
Türk sinemasının 90’larda birkaç “auteur” üzerinden yaşadığı çıkış, bir “yeniden doğuş”un kuluçka dönemiydi. Film yapmak, hâlâ ulaşılması zor bir hedef olmayı sürdürüyordu. 2000’lerde hem toplumdaki dışavurum ihtiyacının artık önlenemeyecek kadar olgunlaşmış olması hem de dijital kameranın yaygınlaşarak maliyetleri düşürmesiyle, üretim patlaması süreci başlamış oldu. Tam bu sürecin başlarında, sinema yapma tutkusunu bir çılgınlık (yer yer delilik!) biçimi olarak işleyen ve çok düşük bütçelerine, deneyimsiz yönetmenlerine rağmen şaşırtıcı bir yetkinlik sergileyen iki film yapıldı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ve Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi.
Tüm hayatını bir köyde geçiren Ahmet Uluçay’ın çocukluk anılarına döndüğü Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, yönetmenin film gösterimi düzenlemek için projeksiyon makinesi yapmaya çalışmaktan bizzat film çekme hayaline, ayrıca güzel bir komşu kızına uzanan ilk aşklarının ve imkânsızlıkların hikâyesi. Ancak Uluçay’ın seyirciye aktardıkları, basit bir sinema aşkından veya “köyde sinemasever olmanın” zorluklarından ibaret değil. Uluçay, sıkıcı bir gündelik hayatın içinde bir sinemacının gözünün nasıl gördüğüne, hayatı kendi algısında nasıl sinemalaştırdığına dair mizansenlerle, sembolizme kaymadan farklı çağrışımlara (kısmen Anadolu mistisizmine) kapı açan bir imgelemle zenginleştiriyor filmini.
Emre Akay ve Hasan Yalaz’ın birlikte yönettiği Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi, gerçekliğin hayallerle değil, belgeselin kurmacayla yer değiştirip durduğu bir yapıya sahip. Kadın düşmanı/sadist yönetmen Tuğra Kaftancıoğlu’nun “çarpıcı” bir film çekmek amacıyla kurduğu, sadece seti değil hayatı yönetmeye kalkışan bir oyun etrafında, sinemanın gözetleme/gözetlenme kavramlarıyla ilişkisinden şöhret düşkünlüğüne ve sinemacılık adına hangi yolların mubah olabileceğine kadar birçok tema, müthiş bir kara mizahla birleşerek gündeme geliyor.
Adı veya doğası ister tutku, ister delilik olsun, konu sinema olunca tek bir kural var. Tuğra Kaftancıoğlu’nun dediği gibi: “Yeni bir şeyler var ve galiba bu konuda ortak bir şeyler yapabiliriz… Lütfen çekmeye devam et. Çok hoş. Evet…
Yeşim Tabak
BABAM VE OĞLUM ( MY FATHER AND SON ) , 2005
Türkiye | 35mm, Renkli, 108’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Çağan Irmak
Oyuncular: Çetin Tekindor, Şerif Sezer, Fikret Kuşkan, Hümeyra
İKİ BAŞLI DEV ( PURGATORY ) , 1990
Türkiye | 35mm, Renkli, 97’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Orhan Oğuz
Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fikret Kuşkan, Sedef Ecer
Bir arkadaşım anlatmıştı. Can Yücel, Ankara’ya imza gününe gelir. İmza sırası ona geldiğinde arkadaşımın içindeki hayran sazı alıp kendi başına konuşmaya başlar: “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim şiirinizi çok severim.” Şiiri okumasını ister Can Yücel, sonra da kitabı imzalar. Şunu yazmıştır imzanın üzerine: “Hayatta ben en çok babamdan nefret ettim.”
Çok sevilen, çok seyredilen ama illa ki ağlatan Babam ve Oğlum da babalarla oğulların aşk-nefret, hayranlık-rekabet arasında kurdukları kırılgan dengeyi, tekrar kurulacağını bilmenin verdiği çocuksu güven duygusuyla bozup kuruyor, seyircinin de bu kırılgan dengenin iki ucu tarafından ele geçirilmeye çoktan teşne hallerini kalabalık aile uğultusuyla çağırarak. Aynı anda iki konumu birden işgal edebilmenin büyüsü: Hem koruyan, gözeten baba, hem de gözetilen çocuk olmak; hem suçlu, sorumlu ve çaresiz hissetmek, hem de bütün bunların bir kereye mahsus da olsa çiğnenmesini talep etmek. Hem gayet çocuksu hem de vaktinden önce yaşlanmış; sadece sembolik otoritesini başkalarına kaptırmış azgelişmiş baba değil, aynı zamanda ona isyan eden asi evlat da olabilmek. Babam ve Oğlum, çok bilmişçe bir kenara itilemeyecek bir hayatta kalma ekonomisi üzerine kurulu. Vaktinden önce gelen yetişkinliğe karşı çocukluğu korumaya yeminli. Duygudan ibaret kalmışlığı, büyülü, biricik ve fazlasıyla sıcak bu şeyi kaybetmekten ödü kopuyor sanki. O meşhur replik: “Ona bir oda ver baba!”
Çocukluğa yer açmanın ya da tosladığımız sembolik otoriteler karşısında çocukluğun sıcak, samimi sığınağına geri dönmenin iç titreten bir tarafı var elbette. Hele de insana suçluluğu, mesuliyeti, tek başınalığı hatırlatan yetişkinlik kapıda bekliyorsa. Ama Babam ve Oğlum’da her türden zengin anlamıyla çatışmanın olmayışının sebebi de bu.
İki Başlı Dev ise ne çok seyredilmiş ne de çok sevilen bir film. Seyircisini soğuk bir gözlemci olmaktan çıkarıp da bir adım yaklaştırmıyor kendisine. Cüneyt Arkın’ın kendi sesiyle oynadığı bu film, onu taçlandıran sembolik babalığın ulusalcı, saf kancı dokusuna elitizmi ilave ediyor. Baba ile oğulun, Cengiz ile Hakan’ın dışarıya kapalı, mükemmel dünyası, yetişkinliğin çağrısıyla, Hakan’ın büyüme arzusuyla, cinsellik ve şiddetle tekinsiz tanışmalarla ağır ağır sarsılıyor. Sakince fısıldayarak söyledikleri kıymetli İki Başlı Dev’in. Biri: Babanın yokluğunda, onun erişemediğini sandığı sığınakta ona benzer oğul; baba çoktan bir iç ses olmuştur bile. Diğeri: Öyle kıymetli bir mülk, kalplerde yeri korunması gereken, tutunulması gereken falan bir şey değildir çocukluk.
İki film yan yana geldiğinde Kafka’nın sesi duyulmaya başlıyor. Hem babasını dünya haritası üzerine boylu boyunca uzanmış hayal eden, heybetiyle her yeri kaplayıp kaçılacak huzurlu yer bırakmayan bu babaya öfkeli, hem de çocukluktan daha önemli şeyler olduğuna inanan Kafka’nın sesleri. İkinci ses, tutunmak ve orada kalmak için değil, vazgeçmek ve veda etmek için çocukluğa geri giden, bir arayışın peşine düşecek olan genç-yetişkinin hep yanındadır. Tın tın eden bir gölgeye dönüşecek de olsa.
Tümay Arslan
KADER ( DESTINY ) , 2006
Türkiye | 35mm, Renkli, 104’ | Türkçe; İngilizce altyazılı
Yönetmen: Zeki Demirkurbuz
Oyuncular: Vildan Atasever, Ufuk Bayraktar, Müge Ulusoy, Engin Akyürek, Ozan Bilen, Settar Tandıöğen, Erkan Can
KUYU ( THE WELL ) , 1968
Türkiye | DigiBeta, Siyah-Beyaz, 86’ | Türkçe;Fransızca altyazılı
Yönetmen: Metin Erksan
Oyuncular: Hayati Hamzaoğlu, Nil Göncü, Demir Karahan, Aliye Rona, Osman Alyanak, T.Fikret Uçak
Yeşilçam tarihi, imkânsız aşk hikâyeleriyle doludur: “Sevenler” kavuşamaz çünkü araya kötü insanlar, acımasız töreler, bazen de “aşkta olmaz” denen gurur girmiştir… Kader izin vermiş olsa sonsuz bir sevgi ve saygının tutkuyla yan yana var olacağı ütopik bir dünyanın hayalini barındırır bu filmler.
Kuyu ve Kader ise, aşkın bu masumiyetinden sıyrıldığı noktada karşımıza çıkan, saf bir beğeni/ilgi/arzu ile başlayan hislerin saplantılı bir “mülkiyetçilik”e dönüştüğü, karşılık alamadıkça kötülüğü üretir hale geldiği filmler. Her iki film de Yeşilçam melodramlarının ruhu okşayan romantik hüznünden uzakta bir yerde, ezici bir gerçekliğin içinde geçiyor. Önemli bir farkla: Demirkubuz’un Kader’inde karşılıksız aşk bir özyıkım biçiminde yaşanırken, Erksan’ın Kuyu’sunda aşkın nesnesine dönük bir yıkıcılık olarak ortaya çıkıyor.
Kuyu’da Osman (Hayati Hamzaoğlu), aynı köyde yaşadığı Fatma’ya (Nil Göncü) sevdalı. Fatma’nın bu konuda ne hissettiğinin ise onun gözünde pek bir önemi yok; tek görebildiği, kendi karşı konulmaz arzusu. Fatma’yı kaçırıp dağa kaldıran, bu uğurda hapse girip çıkan Osman’ın “zorla güzellik” uğruna giriştiği üçüncü deneme, genç kızın ölümcül isyanıyla her ikisi için de trajik bir finale ulaşıyor. Kader’in karasevdalısı Bekir (Ufuk Bayraktar) ise kendi duygularının sorumluluğunu alma konusunda Osman’dan daha başarılı. Gönlünü kazanmak istediği kadının benliğini hiçe saymak yerine, kendini hiçleştirerek, bir başkasına âşık olan ve kendisine asla umut vermeyen Uğur’un (Vildan Atasever) peşinde (elbette ona bir miktar vicdani ağırlık yüklemeyi ihmal etmeden), pavyonlarda/ucuz otel odalarında bir ömür tüketiyor. Uğur’dan önceki hayatı ise, sevmediği bir işte çalışıp sevmediği bir kadına kocalık ettiği, kronik bir hissizlik halinden ibaret. Bu açıdan film, Bekir’in seçtiği tükenişte, “anlamlı” bir hayata dair “umutsuz bir umudu” da görüyor. Mutsuzluk, anlam arayışının bedeline dönüşüyor. Kuyu’da ise bu karanlık romantizmin izine rastlamak mümkün değil, çünkü Osman mutsuzluğa razı değil...
Yeşim Tabak
TABUTTA RÖVAŞATA ( SOMERSAULT IN A COFFIN ) , 1996
Türkiye | 35mm, Renkli, 74’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen:Derviş Zaim
Oyuncular: Tuncel Kurtiz, Ahmet Uğurlu, Ayşen Aydemir, Fuat Onan, Şerif Erol, Hasan Uzma
ARAF ( SOMEWHERE IN BETWEEN ) , 2012
Türkiye/Almanya/Fransa | DCP, Renkli, 124’ | Türkçe
Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu
Oyuncular: Özcan Deniz, Nihal Yalçın, Neslihan Atagül, Barış Hacıhan, Ilgaz Kocatürk, Can Başak
90’lı yıllarda içinde debelendiğimiz bu kaotik alemin son çivisi de gevşemiş gibiydi. Faili meçhul cinayetler ve yolsuzlukların merkezindeki siyasetçiler gönül hoşluğuyla herkese ‘bir ev ve araba’ vaadini dayatıyorlardı. Kutuplaşmanın âlemi yoktu (‘Sovyetler de çökmüştü işte!’) ve çiçeği burnunda özel TV’lerimize göre idealizm yokluğunu televole kültürüyle ‘çalıp, söyleyerek’ pekâlâ aşabilirdik. Tabutta Rövaşata, bu iki arada bir derede kalmışlığı, hiçbir yere ait olamama halini tespit edişiyle de sinemamızda bir kırılma noktası. Derviş Zaim hem ‘arkadaşlar arasında’ gerilla usulü de film yapılabileceğine öncü olmuş hem de ‘mahallenin garibanı’ karakterini sinemamızın ‘en marjinal’ esas adamı olarak baş tacı etmişti. Sokakta yaşasa da insanlığından taviz vermeyen Mahsun (Ahmet Uğurlu) araba çalarken aslında üşümeden geçireceği bir mekânı, bir gecelik ‘konforu’ ödünç alıyordu. Onu Yeşilçam nostaljisinden ayıran ise genel geçer düzenin ‘hizasından’ çıkmış birisi olmasıydı. Doğru bildiğini okudukça başı sıkışan Mahsun’un başka yerlere kaçıp gidememe hali Araf’ta da Türkiye insanının makus talihi olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Farklı bir gelecek hayalindeki Zehra’nın (Neslihan Atagül) şehirlerarası yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde çalışması iki dünya arasında çekilecek bir bekleme cezası gibi. Karakterlerin ‘modern’ Türkiye’ye sinmiş olan korku ve endişelerin göstergesi olduğu ortada. Zaten Mahsun’un güzelim Boğaz semti, Zehra’nın isli puslu küçük kentinden farklı değil. Alacakaranlığa sabitlenmiş açık alan manzaralarıyla her ikisi de benzer sıkıştırılmışlığın ve sabitlenmişliğin filmleri. Arzu nesnesi olan kişilerin ‘gidici’ olması da bu duyguyu pekiştiren bir olgu. Fallik misali dev bir kamyonla Zehra’nın, sivri bir şırıngayla Mahsun’un değişim hayalleri un ufak oluyor, yoksulluk ve yoksunluk çemberi iyice daralıyor. Ne aşkla mümkün oluyor kaçmak küçük çemberimizden, ne de en uçta yaşamakla. Mahsun en azından işi iyice deliğe vurmuş, TV ekranındaki ‘şişman sosis’ reklamı finale müstehzi bir nokta koymuştu. Yerel bir TV şovunda evlenen Zehra'nın kaderine boyun eğmek zorunda kalışı ise son çivinin belki çoktan düştüğüne delalet.
Esin Küçüktepepınar
1. DÜNYA SAVAŞI VE KRİZDEKİ MODERNİTE
İstanbul Film Festivali, I. Dünya Savaşı'nın 100. yılında, savaş sonrasında Almanya'ya dair iki filmi birlikte gösterecek.
Söyleşi
15 Nisan Salı, 17.00
Birinci Dünya Savaşının 100. yıldönümü için hazırlanan özel bölüm kapsamında, sinema yazarı Rüdiger Suchsland'ın yönettiği belgesel Caligari - Wie der Horror ins Kino kam / Caligari, Korku Sinemaya Geldiğinde ve Alman sinemasının başyapıtlarından Menschen am Sonntag / Bir Pazar Günü filmlerinin gösterimleriyle birlikte Suchsland'ın konuşmacı olarak yer alacağı bir panel düzenlenecek. Belgeselinde Birinci Dünya Savaşı ertesindeki Almanya'yı, Weimar Cumhuriyeti'ni, o yılların dışavurumcu filmleri üzerinden analiz eden Suchsland, sunumunda bir kültürel araç olarak sinemanın o dönemdeki işlevinden, denk düştüğü kolektif ruh halinden ve toplumla sinemanın birbirini karşılıklı nasıl etkilediğinden bahsedecek.
Konuşmacı: Rüdiger Suchsland
Moderatör: Engin Ertan
CALIGARI: KORKU SİNEMAYA GELDİĞİNDE ( CALIGARI- WIE DER HORROR INS KINO KAM) , 2014
Almanya | DCP, Renkli & Siyah-Beyaz, 52’ | Almanca; İngilizce,
Yönetmen: Rüdiger Suchsland
BİR PAZAR GÜNÜ ( PEOPLE ON SUNDAY ) , 1929
Almanya | DVD , Sİyah-Beyaz, 73’ | Sessiz
Yönetmen: Robert Siodmak, Edgar G. Ulmer
Oyuncular: Erwin Splettstösser, Wolfgang Von Waltershausen, Christel Ehlers, Brigitte Borchert, Annie Schreyer
Daha önce festivalde hem FIPRESCI hem de En İyi İlk Film jürisinde görev almış, Alman sinema yazarı Rüdiger Suchsland'ın ilk yönetmenlik denemesi Caligari - Wie der Horror ins Kino kam, Dışavurumculuk akımının sinemadaki yansımaları ve Weimar Cumhuriyeti üzerine. Ünlü Alman sosyolog Siegfried Kracauer'in sinema tarihiyle ilgili araştırmalar için köşe taşı niteliğindeki ünlü kitabı From Caligari to Hitler gibi, Suchsland'ın filmi de söz konusu dönemi ele alırken Robert Wiene'nin dışavurumcu klasiği Dr. Caligari'nin Muayenehanesi'ni merkeze yerleştiriyor. Weimar Cumhuriyeti'nin taşıdığı hissiyatın günümüzden çok da farklı olmadığını belirten Suchsland; savaştan yeni çıktığı için korku içerisinde, bir yandan delicesine tüketen diğer yandan ekonomik krizle boğuşan bir dünyada Dışavurumculuk akımının önem kazanmasına dikkat çekiyor. Tüm dünyada ses getiren Alman Dışavurumcu Sineması'nın örneklerini Dr. Caligari'nin Muayenehanesi'nden yola çıkarak analiz ederken; I. Dünya Savaşı'na ve Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya'ya dair arşiv görüntülerine ve pek çok klasik filmden özenle seçilmiş sahnelere yer veriyor.
Suchsland'ın belgeseli dönemin Almanya'sındaki gerilimin, siyasi paranoyanın ve karamsarlığın altını çizerken, Weimar Cumhuriyeti'nin son zamanlarında çekilmiş Menschen am Sonntag'da farklı bir resimle karşılaşıyoruz. 1930 yapımı bu film; sadece Robert Siodmark, Fred Zinnemann, Edgar G. Ulmer, Billy Wilder gibi geleceğin ustalarını kariyerlerinin başında bir araya getirmesiyle önemli değil. Bir dışavurumcu sinema örneği olmayanMenschen am Sonntag, amatör oyuncuları ve dış mekânlarda yapılan çekimleriyle bir anlamda o yıllara dair belge niteliği de taşıyor. Berlin'de beş genç insanın bir pazar günü yaşadıklarına ve gönül ilişkilerine odaklanan film, Dışavurumcu Sinema'nın karamsar bakış açısını paylaşmıyor. Hitler'in iktidara gelişinin birkaç yıl öncesinde Almanya'daki gündelik yaşamı sergileyen bu başyapıt, kendi hikâye dünyası içerisinde dönemin siyasi gerilimine yer vermese bile, sinema tarihindeki yeri nedeniyle bugün Nazi Almanya'sından bağımsız ele alınamıyor. Zira filmin yaratıcıları birkaç yıl sonra Amerika'ya göç etmek durumunda kalmış, Menschen am Sonntag'ın perdeye yansıttığı özgür dünya 1933'te kaybolmuştu. – Engin Ertan
ÖZEL GÖSTERİM
Aykan Safoğlu’nun Kırık Beyaz Laleler filmi , yazar James Baldwin’i İstanbul’da ararken, Isaac Julien’in Langston’u Ararken’i ise Şair Langston Hughes’un izlerini Harlem’den yola çıkarak Londra’da arıyor. Her iki film de arzu ve yaratıcılığı anılar perspektifinden değerlendiriyor.
KIRIK BEYAZ LALELER ( OFF-WHITE TULIPS ) , 2013
Türkiye | HD, Renkli, 24’ | Türkçe;İngilizce altyazılı
Yönetmen: Aykan Safoğlu
15 Nisan 2014
21.30
Kırık Beyaz Laleler James Baldwin’in İstanbul’da geçirdiği uzun zamanı merkezine alan kurgusal bir diyalog olarak tasarlandı. Filmde, buluntu belgeler ve yeni anlamlar yüklenen nesnelere müdahale edilerek Baldwin’in zenci ve eşcinsel yazar kimliğiyle anlatıcının şahsi geçmişi üst üste bindiriliyor. Bu ilintili anlatım, Türkiye ve Amerika’dan pop ikonlarına göndermeler, etimolojik incelemeler ve kendini yorumlayan görsel temsillerle yerleşik bir ırkçılık eleştirisine doğru genişliyor. – İz Öztat
2013 Oberhausen Kisa Film Festivali Jüri Büyük Ödülü
LANGSTON’U ARARKEN ( LOOKING FOR LANGSTON ) , 1989
İngiltere | Digibeta, Siyah-Beyaz, 45’ | İngilzce;Türkçe altyazılı
Yönetmen: Isaac Julien
Oyuncular: Ben Ellison, Matthew Baidoo, Akim mogaji, John Wilson, Dencil Williams, Guy Burgess, James Dublin
15 Nisan 2014
21.30
1989’da Berlinale’de Teddy Ödülü’nü kazanan Langston’ı Ararken, geçmişle gelecek arasında süzülüyor, tıpkı adını aldığı, cinselliğini hiçbir zaman açık etmeyen şair gibi. Çoklukla eşcinsel kabul edilse de cinsel yönelimi konusunda ketum olan Langston Hughes, 1920’lerle 1930’larda New York’ta yayılan Harlem Rönesansı denilen kültür hareketinin öncülerindendi ve caz şiirinin yaratıcısı olarak tanındı. Langston’ı Ararken’de Isaac Julien Hughes’u zenci eşcinsel bir kültür ikonu olarak ele alırken 1920’lerin Harlem bohemini izlenimci dekorlarıyla 1980’lerin Londra’sının gece kulüplerine taşıyor. Film boyunca Hughes’un şiirleri 1920’lerden ve sonrasından Essex Hemphill ve Bruce Nugent gibi zenci şairlerin ve Robert Mapplethorpe’un yapıtlarıyla iç içe geçiyor. Sonuç, arşiv görüntüleriyle fantezi sekanslarını birleştiren, eşcinsel arzu hakkında lirik ve şiirsel bir yapıt.
Bu filmde cinsellik ya da şiddet içeren bazı sahneler yaşı küçük izleyiciler için uygun olmayabilir.
MANAKİ KARDEŞLER FİLMLERİ
13 Nisan, Pazar
Balkanların ilk sinemacıları Yanaki ve Milton Manaki’nin restore edilen filmlerinin tamamı, Türk sinemasının 100. yılı vesilesiyle festivalde gösteriliyor.
Fotoğrafçılıkla uğraşan, 1911’de Osmanlı Padişahı’nın, 1929’da Yugoslavya Kralı’nın saray fotoğrafçıları olan Yanaki ve Milton Manaki kardeşler, Balkanların ilk kameramanları ve dolayısıyla ilk sinemacıları olarak kabul ediliyor. İki kardeş ilk çekimlerini, Yanaki Manaki'nin 1905 yılında İngiltere'den aldığı 300 model numaralı Bioskop film kamerası ile yaptı. Yerel olayları, gelenek ve görenekleri kaydetmeye başlayan iki kardeş, 1905-1926 arasında filmlerini 35mm siyah-beyaz nitrat tabanlı filmlere kaydettiler. 1921’de Bitola’daki (Manastır) evlerinin yakınında açık havada, 1923’te de kurdukları salonda film gösterimleri de yapmaya başladılar.
17.15 Söyleşi: MANAKİ KARDEŞLERİN KÜLTÜR MİRASI
Türkiye’de sinemanın başlangıcı olarak 14 Kasım 1914’te çekilen Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmi milat alınır. Oysa Balkanların ilk sinemacıları Osmanlı vatandaşı Yanaki ve Milton Manaki kardeşler film çekmeye 1905 yılında başlamışlardı. Manaki kardeşlerin filmlerinin gösteriminin ardından Makedonya Sinematek Film Arşivi Direktörü Igor Stardelov ve yazar Sula Bozis, Manaki Kardeşlerin kültür mirası üzerine konuşacak.
Filmler
BÜYÜKANNE DESPINA
EV İŞLERİ – İP EĞİREN KADINLAR
AÇIK HAVADA DERS
ÇAMAŞIR YIKAYAN KADINLAR
PANAYIR
PAZAR YERİ VE KASAPLAR
KARAFERYE PANAYIRI
ULAH GÖÇEBELERİ
YAZLIK MERA SUMMER
ULAH HALAYI (ORO)
AZİZ GEORGE GÜNÜ KUTLAMASI
KARAFERYE’DE EPİFANİ KUTLAMASI
KÖY DÜĞÜNÜ
VETERİNER KLİNİĞİ
ZİRAAT OKULUNDAKİ TÜRK HOCASI
AZİZ KİRİL VE AZİZ METHODIUS GÜNÜ KUTLAMASI
BÜTÜN AZİZLER GÜNÜ
MANASTIR KUTSAL PAZAR KİLİSESİ’NDE PANAYIR
MAKEDON NÜFUSUNUN BASKILANMASI
MANASTIR’DA CENAZE
JÖN TÜRKLERİN II. MEŞRUTİYET TEZAHÜRATLARI
II. MEŞRUTİYET TEZAHÜRATLARI
II. MEŞRUTİYET TÖRENİ
TÜRKLERİN MEŞRUTİYET SÖYLEVLERİ
TÜRK PİYADE VE SÜVARİLERİ GEÇİDİ
TÜRK TOPÇULARI GEÇİDİ
KAFİLELER
ASKERİ BANDO GEÇİDİ, ŞEF VE SÜVARİLERİ
ROMANYA HEYETİ MANASTIR’I ZİYARET EDİYOR (1911)
ROMANYA HEYETİ GOPEŞ’İ ZİYARET EDİYOR (1911)
ROMANYA HEYETİ RESNE’Yİ ZİYARET EDİYOR (1911)
GREVENA MANZARASI
GREVENA KİLİSESİ
GREVENA PİSKOPOSU EMILIYANOS’UN CENAZESİ (1911)
GREVENA ŞEHİR MANZARASI
GREVENA PİSKOPOSU ŞEHİT EMILIYANOS'UN SURETİ
MİLLİ ŞEHİT EMILIYANOS'UN NAAŞI VE YARDIMCISI
ŞEHİT EMILIYANOS'UN NAAŞININ KONULDUĞU GREVENA'DAKİ AZİZ AKHİL KİLİSESİ
HALK MİLLİ ŞEHİT EMILIYANOS'A SAYGILARINI SUNUYOR
GREVENA PİSKOPOSU EMILIYANOS'UN CENAZE TÖRENİ HEP HATIRLANACAK
RAHMETLİ MEZARINA KONULUYOR
SULTAN V. MEHMET REŞAT’IN SELANİK ZİYARETİ (1911)
SULTAN V. MEHMET REŞAT’IN MANASTIR ZİYARETİ (1911)
ALEKSANDR KARAYORDEVİC’İN MANASTIR ZİYARETİ
YUNAN KRALI VE VELİAHTI PAVLE’NİN GENERAL BOYOVİC TARAFINDAN MANASTIR’DA KARŞILANMASI
SIRP ASKERLERİNİN MANASTIR’DAKİ GEÇİDİ
MANASTIR’DA EPİFANİ KUTLAMASI
MANASTIR’DA CITY CAFÉ’NİN AÇILIŞI
MANASTIR’DA DÜĞÜN
MEÇHUL ÇEKİMLER