KİLİNK İSTANBUL’DA

KİLİNK İSTANBUL’DA

KİLİNK İSTANBUL’DA ( KILINK IN ISTANBUL ) , 1967

Türkiye | Betacam, Siyah-Beyaz, 70’ | Türkçe;altyazılı

Yönetmen: Yılmaz Atadeniz

Oyuncular: İrfan Atasoy, Pervin Par, Muzaffer Tema, Suzan Avcı, Hüseyin Peyda, Mine Soley

Apayrı türlere ait bu filmlerin ikisi de kılık kıyafet değiştirip tamamen farklı biri olmanın ne denli kışkırtıcı sonuçlar doğurabileceğine dair fikir birliğine varmış gibi görünüyor. Kilink’te maske karakterin kimliğini gizliyor,Fıstık Gibi Maşallah’ta ise karakterler bir kamuflaj giysisi giyer gibi kadın kıyafetine bürünüyor.

Kilink’in hareketsiz, gülen kurukafa maskesi vicdansızlığı, hainliği, hatta yaptığı kötülüklerden aldığı hazzı ifade ediyor gibi. Bunun da ötesinde, bu tekinsiz yüz ifadesi nedeniyle uzun süre Kilink’in filmin kahramanı mı yoksa kötü kişisi mi olduğu açıklığa kavuşamıyor.

Öte yandan, filmde kadınsılığın karikatür düzeyinde abartılışına karşın, Fıstık Gibi Maşallah’ın iki kahramanı Naciye ve Fikriye de cemaate kabul misali daha ilk baştan diğer kadın oyuncular tarafından kabul görüyor; dahası aralarındaki tüm mesafeleri kaldırarak “kadın kadına” birbirlerine sokuluyorlar. Kuşkusuz, bu kabul görme Naciye ve Fikriye’nin kadın rollerini çok iyi oynamalarından kaynaklanmıyor. Bu konudaki başarıları, daha çok onların “normal” kanlı canlı erkekler olmalarıyla ilgili, ki film de bu doğrultuda gelişiyor.

Her iki filmin bir anlamda ithal ürünleri dönüştürdüğü düşünülürse (İtalyan fotoromanı Killing ve Some Like It Hot), Kilink’in iğretiliği malzemesini uyarlamak bir yana, ayrıksı bir yabancılığı neredeyse tercih edişinden kaynaklanıyor: Sebepsiz yere bikinilerle dolaşan kızlar, her yerde viski şişeleri ve Kilink’in ödüllendirme amaçlı kadınları maskesi üzerinden öpüşü gibi...

Oysa Fıstık Gibi Maşallah’ta Doğu, Batı, taşra, kabadayılık, çalıntı Hollywood müzikleri, baştan çıkarma amaçlı viski-sucuk hazırlatma, kadın kılığında “Baklava, Börek Aç” şarkısıyla göbek atma ve travestiliği meşrulaştırma gibi çeşitli öğeler yardımıyla baştan sona bir eklektiklik sergileniyor; farklılıkların füzyon misali tek bir potada erimesi bir nevi karnavala dönüşüyor.

Bu iki filmi bir arada izlemek, “Türklüğün” özel bir kimya tuttuğunda ne kadar çok değişken içerebileceğini, ancak kimyanın tutmadığı anlarda da, “yabancı” kaynaklı öğeleri ne kadar kolay ve bariz biçimde dışarıda bırakabileceğini düşünmek açısından ilginç.

Selim Eyüboğlu

Geçmiş Programlar
33. İstanbul Film Festivali
5–17 Nisan 2014