Film Gösterimleri

Film Gösterimleri

YATIK EMİNE ( EMINE THE PROSTITUTE ) , 1974

Türkiye | HDD, Renkli, 84’ | Türkçe;Fransızca altyazılı

Yönetmen: Ömer Kavur

Oyuncular: Necla Nazır, Serdar Gökhan, Bilal İnci, Nubar Terziyan, Mahmut Hekimoğlu, Güzin Özipek

AYSEL BATAKLI DAMIN KIZI ( AYSEL, THE GIRL FROM THE SWAMPY ROOF ) , 1935

Türkiye | Digibeta, Siyah-Beyaz, 80’ | Türkçe;Fransızca altyazılı

Yönetmen: Muhsin Ertuğrul

Oyuncular: Muhsin Ertuğrul, Ergun Köknar, Talat Artemel, Cahide Sonku, Hazım Körmükçü, Hadi hun, Müfit Kiper, Sami Ayanoğlu

Türk sinemasının Batı sinemasıyla dirsek teması olan ilk yönetmeni Muhsin Ertuğrul’un da, sinemamızda uzun süre faaliyet göstermiş okullu ilk yönetmenimiz Ömer Kavur’un da “kadın meselesi” ile ilgilenen, aşılmamış birer film yapmaları tesadüf müdür? Kadın meselesi, Cumhuriyet dönemi kültür hayatımızda olduğu gibi sinemamızda da kendini dayatan “mesele”lerin ilklerindendir. Özellikle erkek yönetmenler bu mesele etrafında bazen oportünist bazen de vicdanlı bir biçimde dolanmışlardır. Kadın meselesi hem iç gıcıklayıcıdır, hem de iç acıtıcı. Tiyatrodan gelip 1910’lar ve 20’lerde İsveç ve Almanya’da aktör ve yönetmen olarak çalışan Muhsin Ertuğrul’un 1934 tarihli filmi Aysel, Bataklı Damın Kızı, Victor Sjöström’ün Tösen från Stormyrtorpet (1919) adlı melodramından uyarlamadır ve özellikle dönemin kırsalı anlatan Rus sinemasını, mesela Dovzhenko’nun kimi filmlerini andırır. Başrolde, erkeklerin insafına kalmış köylü kızı rolünde büyük başarı kazanan, o yıllar Türk sinemasının tek sarışın yıldızı, Marlene Dietrich’i Cahide Sonku var. Aysel,…’de sadece kadın meselesi üzerine gözlemler yoktur; toprak zenginleriyle köylüler, okumuş şehirli kadınlarla cahil köylü kızları, kaderini elinde tutabilmekle tutamamak arasındaki karşıtlıklar da vardır. Aysel,…, bu yönüyle bir “memleket filmi”dir de. Ömer Kavur’un sinema okulu IDHEC’den çıkar çıkmaz çektiği 1974 tarihli Yatık Emine ise Refik Halit Karay’ınMemleket Hikâyeleri kitabında yer alan aynı adlı öyküden uyarlama. Hikâye, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında fahişelik yüzünden Anadolu’nun ücra bir kasabasına sürülen Emine’nin son günlerini konu edinir.Yatık Emine Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme dönemine denk düşen bir kadın hikâyesi olduğu kadar, hem Bressonvari minimal anlatımıyla sinemamızda bir ilk, hem de yıllar sonra Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’daki ödül töreninde adını koyacağı bir hissin, “tutkuyla sevilen yalnız ve güzel ülke”nin dolaylı ifadesidir belki de… Kadının, ülkenin-ulusun temsili olarak kullanılışının dokunaklı örneklerinden biri olan, uzaklarda yalnız bırakılmış bu karakterden yola çıkarak denebilir ki, “hepimiz hâlâ Yatık Emine’yiz, hepimiz bir taşrada sürgünüz…”

Fatih Özgüven

OTOBÜS ( THE BUS ) 1976

Türkiye | HDD, Renkli, 91’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Tunç Okan

Oyuncular: Tuncel Kurtiz, Tunç Okan, Aras Ören, Hasan Gül

FOTOĞRAF ( THE PHOTOGRAPH ) , 2001

Türkiye | Betacam, Renkli, 66’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Kazım Öz

Oyuncular: Feyyaz Duman, Nazmi Kırık, Mizgin Kapazan, Muhlis Asan, Zülfite Dolu, Mehmet Ali Öz

Gür bıyıkları, üstlerinde tek ceketleri, ayakkabıları, ceplerindeki son kuruşlar ve nice umutlarla yola çıkan bir otobüs dolusu adam, mola yerinde otobüsün önünde fotoğraf makinesine poz verir. Biçare garibanları parasız ve pasaportsuz Stockholm’ün göbeğinde bırakacak olan dolandırıcı şoför, fotoğraf çekilene kadar makinesini anlatmaya doyamaz: “Makineye bak be! Son Amerikan icadı. Bas düğmeye, al resmi. Hey gözünü sevdiğimin medeniyeti...”

Otobüs’teki Batı teknolojisi övgüsünün pek benzerinin Fotoğraf’ta da olması dikkat çekicidir. Farklı yolların hikâyeleridir anlattıkları oysa. Ve ilk bakışta göründüğünden çok daha fazla ortak noktaları vardır. Otobüsler erkek mekânlarıdır, yolculuk erkek yolculuğudur; kâh merakla erotik filmlere bakılır, kâh kadınlara yüz vermemenin öneminden konuşulur. Üniformalılar durdurur, kâğıtlar sorar, nereye gidip nerede duracaklarına karışır. Ait olmadıkları bir yerde midirler? Nereye aittirler?

Otobüs’te yolculuk Batı’ya, Avrupa’ya doğrudur. Fotoğraf’taki otobüs ise Doğu’ya, Kürdistan’a gider. Belirsizlikler, beklentiler, umutlar, hayaller, korkular apayrı ama bir o kadar da aynıdır. Otobüs’ün yoksulları, belki köylerinden ilk kez çıkarak soluğu Avrupa’da aldıklarında kurtulacaklarını umarken mutlaka endişeleri vardır ama korktuklarından daha da beteri gelir başlarına.

Fotoğraf’ın otobüsünde yan yana düşen genç adamların biri askere, biri gerillaya katılmaya gittiğini diğerine söylemez bile. Kendilerini bekleyenin ne olduğunu bilmeseler de hiç değilse gittikleri yola inanırlar. Bilmezken de bir şeyler bilir insan ve yol, bir duygudaşlık yaratır. İki yalın ve bir o kadar etkili yolculuk anlatır filmler. Ne birbirine kurşun sıkan gençlerin aynı yolun yolcusu olduklarını fark ettiği andaki bakışları unutulur, ne geniş meydanları ve sarışın insanları olan yabancı bir kentte polisten kaçıp kaybolmuş yüzlerin ifadesi akıllardan çıkar.

Cumhuriyet denen “otobüs”ün bir türlü giderilemeyen başlıca iki arızası hiç de başka yönleri işaret etmez belki de; ekmek kavgası ile kimlik davası. Otobüs ile Fotoğraf’ı birlikte düşünmek böyle vaatkâr bir yolculuk olabilir.

Çağdaş Günerbüyük

ÇÖPÇÜLER KRALI ( THE KING OF STREETSWEEPERS ) , 1977

Türkiye | Betacam, Renkli, 90’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Zeki Ökten

Oyuncular: Kemal Sunal, Şener Şen, Ayşen Gruda, Erdal Özyağcılar, İhsan Yüce, Mürüvvet Sim

KORKUYORUM ANNE ( MOMMY, I’M SCARED ) , 2004

Türkiye | Digibeta, Renkli, 126’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Reha Erdem

Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür, Şenay Gürler, Arzu Bazman, Turgay Aydın, Aydoğan Oflu, Bülent Emin Yarar, Ozan Uygun, Esra Bezen Bilgin

İstanbul’un eski usul mahalle yaşamı, bir çeşit “yarı açık komün”ü temsil eder: Yabancıların yolunun kolay kolay düşmediği; sakinlerinin çalışmak, alışveriş yapmak veya gezmek için şehrin daha kaotik, belirsizliklere daha açık merkezlerine gidip geldiği ama en nihayetinde kapalı devre bir hayatın sürdüğü sosyal birimler. Hızla dönüştürülen kentin içinde iyiden iyiye nostaljiye karışmaya başlayan mahalle kavramı, sunduğu cemaat anlayışıyla bireyi hem korur hem de kısıtlar: Bir tarafta (özlenen) sıcak komşuluk ilişkileri, diğer tarafta aynı sıcaklığın “bedel”i olarak “mahalle baskısı”.

Zeki Ökten’in yönettiği Çöpçüler Kralı ve Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’si, “eski İstanbul mahallesi”nin en detaylı tasvirini sunmuş filmler arasındalar. Çöpçüler Kralı, 70’lerin sonlarına denk gelen bir yapım olarak, dönemin ruhu gereğince sosyal sorunları merkezine alıyor. Filmde varlığı en çok hissedilen konu başlıklarından biri, köyden kente göç. Kapıcılar, sokak satıcıları, temizlikçiler, devlete bağlı mesleklerin en alt sınıfını temsil eden işçilerden çöpçü… Onlar, kentin yeni sakinleri. “Efendiler”, apartman dairelerinde oturuyor. Gerçi onlar da büyükşehir kültüründen fazlaca nasiplenmemiş görünüyor. Yine de, adeta aristokrat kibriyle, buyurganlıkta ileri gitmekten çekinmiyorlar. Devlet memuru olmaktan müthiş gurur duyan, ancak kişisel hayatında bir “ana kuzusu” olmaktan öteye gidemeyen zabıta memuru ise mahallenin yöneticisi gibi davranıyor. Mahalle içindeki aşk ilişkilerinin gidişatını belirleyen tek bir şey var: Kaygan bir zeminde her an değişmeye hazır haldeki sosyal statü.

Döneminin gerçekçi bir yansıması olan Çöpçüler Kralı’ndan farklı olarak Korkuyorum Anne, çekildiği tarihte (2004) yok olmaya yüz tutmuş olan mahalle kültürünün rengârenk, nostaljik bir tasvirini sunuyor. Görünüşte her şey yolunda; “korkmaya” gerek yok, zira gerek aile üyeleri, gerek komşular tam bir yardımlaşma içinde; hatta sosyal sınıflar önemsiz. Alttan alta ise, korumacılık adı altında, aile bağları üzerinden şekillenen ve sağlıklı bir komünün olmazsa olmazı olan bireyin oluşumuna ket vuran bir sosyal sistemin varlığı seziliyor.

Yeşim Tabak

TEYZEM ( MY AUNT ) , 1986

Türkiye | Betacam, Renkli, 101’ | Türkçe;altyazılı

Yönetmen: Halit Refiğ

Oyuncular: Müjde Ar, Haldun Ergüvenç, Yaşar Alptekin, Tomris Oğuzalp, Serra Yılmaz, Mehmet Akan, Necati Bilgiç, Ayşe Demirel, Uğur Yücel


UÇURTMAYI VURMASINLAR ( DON’T LET THEM SHOOT THE KITE ) , 1989

Türkiye | 35mm, Renkli, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazılı

Yönetmen: Tunç Başaran

Oyuncular: Nur Sürer, Füsun Demiral, Ozan Bilen, Güzin Özipek, Meral Çetinkaya, Sevgi Sakarya, Yasemin Alkaya

Bir hikâyeyi çocukların gözüyle anlatmak sinemacıların sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Eğer sinema bir hayal perdesiyse, yeri geldiğinde kurallarını büyüklerin koyduğu gerçek dünyanın anlamsızlığından da dem vurması gerekir. Bunu çocuklardan iyi kim yapabilir?

Sinemamızın zaman içerisinde en beğenilmiş (ve şüphesiz en çok mendil ıslatmış) filmlerinden ikisi, Teyzemve Uçurtmayı Vurmasınlar da aynı yöntemi kullanır. Ümit Ünal’ın senaryosundan Halit Refiğ’in sinemaya aktardığı Teyzem’in başkarakteri Müjde Ar’ın canlandırdığı Üftade’dir ama hikâyeyi yeğeni Umur’dan dinleriz. Ailesi başta olmak üzere yakın çevresi tarafından delirmeye terk edilen Üftade’yi sadece yeğeni anlamaya çalışır. Emekli astsubay üvey babasının baskısı ve tacizleri Üftade için hayatı bir nevi hapishaneye dönüştürmüştür ama kimse ona inanmaz. Kadının odasında dolaşan üvey babanın hayaletini sadece Umur’un görmesi boşuna değildir. Teyzesi daha ilk tanışmalarında onu sadece bir oyun dünyasına değil, evdeki otoriteye karşı bir ittifaka da çağırmıştır.

Tunç Başaran imzalı Uçurtmayı Vurmasınlar’da ise anlatıcı bir yetişkindir ama başkarakter çocuktur. Bu kez sembolik bir hapishane söz konusu değildir; film kadınlar koğuşunda geçer. Annesiyle beraber hapis hayatı yaşayan beş yaşındaki Barış’ın en yakın arkadaşı siyasi suçlu İnci’dir. Filmin anlatısı, tahliye olduktan sonra İnci’nin Barış’la ilgili anılarını hatırlaması üzerine kuruludur ama merkezde hep çocuğun olan biteni nasıl algıladığı yer alır. Hapishane avlusuna tebeşirle çizilen bir uçurtmanın neden uçmadığını soran Barış’ın naifliği, gökyüzündeki bir uçurtmayı vurmaya çalışan hapishanedeki otoritenin saçmalığını da ortaya çıkartır.

İki filmi birbirine yaklaştıran bir diğer unsur ise hem Umur hem de Barış’ın darbe dönemi çocuğu olmasıdır. 12 Mart’ın hemen ertesinde başlayan Teyzem, hikâyesinin geçtiği dönemden çok, çekildiği zamanın (1986) duygusunu, çaresizliğini yansıtır. Umur, geriye dönüp bakınca teyzesini kurtaramamanın üzüntüsünü taşır. Film bu yüzden karamsardır. Bir “12 Eylül filmi” olan Uçurtmayı Vurmasınlar çekildiği sırada ise ülkede sıkıyönetim sona ermiştir. Belki de bu yüzden Başaran’ın filmi, içerdiği tüm hüzne rağmen, geleceğe dair umutludur.

Engin Ertan

AAAHH BELİNDA!.. ( AAAHH BELINDA!.. ) , 1986

Türkiye | 35mm, Renkli, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazılı

Yönetmen: Atıf Yılmaz

Oyuncular: Müjde Ar,Macit Koper, Yılmaz Zafer, Güzin Özipek, Füsün Demirel, Tarık Pabuçcuoğlu

CAZİBE HANIMIN GÜNDÜZ DÜŞLERİ ( DAYDREAMS OF MISS CAZIBE ) , 1992

Türkiye | 35mm, Renkli, 105’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: İrfan Tözüm

Oyuncular: Hale Soygazi, Uğur Polat, Macit Koper, Suna Selen, Halil ERgün, Nüvit Özdoğru

Aaahh Belinda da, Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri de Yeşilçam’ın fanteziyle imtihanından geçebilecek az sayıda filmden biri olurdu. Sıradan hayatın akışı içinde bunalırken bir farklılık aramak, ona yaklaşınca da ürküp kaçmak iki filmin de ana teması. Cazibe Hanım kendini kapana kısılmış gibi hissediyor. Bakmak zorunda olduğu yaşlı annesi içini daraltıyor, ondan hoşlanan amcası basiretsizlik örneği sergiliyor. Cazibe Hanım lise yıllarından beri unutamadığı Kürşat ile kaçamak yapmanın fantezisini kuruyor; ancak Kürşat didaktik bir tavırla Cazibe’nin hayallerini sonuna kadar gerçekleştirmesini, yoksa düşlerinde yarattığı sevgilisini kaybedeceğini hatırlatıyor. Aaahh Belinda’da ise şampuan reklamında oynayacağı ev kadını Naciye Hanım karakteriyle özdeşleşme fikri Serap’ı tiksindiriyor. Hayat boyu mesafeyle baktığı, döneminin popüler betimlemesiyle “feodal ilişkiler”den, geleneksel ailelerin küçük dünyalarından, komşuluktan, kasabalılıktan uzak durmak istiyor o; farklılığını kaybetmekten korkuyor. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi solcu arkadaşları onu reklam çekip kendini satmakla suçluyor.

Her iki durumda da, sosyal gerçeklik ve fantezi iç içe geçiyor; “gerçek” Kürşat’la tesadüfen karşılaşıp onunla beraber olunca Cazibe’nin onca zamandır kurduğu düşler kısa devreye uğruyor. Serap ise Alacakaranlık Kuşağı örneği içine hapsolduğu şampuan reklamı dünyasından kaçıp eski tiyatrosunda iş buluyor; ancak babaanne yaşadığımız günlere rezonans yaparcasına “Tiyatroya nasıl girileceğini sizden öğrenecek değiliz!” diyerek provayı basıyor.

Belki de birileri bu iki filmi fanteziyle imtihanlarında sınıfta bırakırdı; çünkü her ikisi de Belle de jour veya Lost Highway-vari birer fantezi filmi olmaktan ziyade, sosyal gerçeklik üzerine kurulu filmler. Fantezi dünyasına girişler ve çıkışlar toplumsal gerçeklikten kopuşun altını mümkün olabilecek en net çizgilerle çizebilmeye hizmet ediyor. Gene de bu iki sıra dışı film, hiçbir şey olmasa da Türk sinemasının fantezi türüyle barışık olup olmadığı gibi (son derece kapsamlı) bir soruyu gündeme getiriyor.

Selim Eyüboğlu

HAMAM ( HAMAM ) , 1996

Türkiye, İspanya, İtalya | HDD, Renkli, 94’ | Türkçe; İtalyanca; İngilizce altyazı

Yönetmen: Ferzan Özpetek

Oyuncular: Alessandro Gassman, Francesca D’Aloja, Carlo Cecchi, Şerif Sezer, Halil Ergün, Mehmet Günsur

BİR TÜRKE GÖNÜL VERDİM ( I LOVED A TURK ) , 1969

Türkiye | Betacam, Siyah-Beyaz, 100’ | Türkçe; İngilizce altyazı

Yönetmen: Halit Refiğ

Oyuncular: Eva Bender, Ahmet Mekin, Bilal İnci, Osman Alyanak, Seden Kızıltunç, Aynur Akarsu, Murat Tok, Rabia Alyanak

Baklavanın tadı insanı baştan çıkarır, rahatlatır; hamamın buharı ise içine dalınca sakinleştirir: Bu zevki bir kez tadan adeta mest olur ve bazen de mevta... Sanki, Bir Türk’e Gönül Verdim ve Hamam filmlerinin ikisinin de verdiği mesaj bu. Aralarında neredeyse otuz yıl olan bu iki filmin kahramanları birer kişiden ziyade külliyen bir ülkeye vuruluyor. Tabii, yaşadıkları ilişkinin bu aşkı güçlendirdiğini de teslim edelim. Her iki filmin görüntü yönetmeni, kesiksiz kamera çekimleriyle, bu ülkenin ancak Türkiye olabileceğini bizlere gösteriyor: Doğu ve Batı kültürü birbiriyle kaynaşmış; kim bilir kaç imparatorluğun kurulup yıkılmasına tanıklık etmiş tarihi eserler ve anıtlar ganiyle; misafirperverlik deseniz haddinden fazla; zaman mefhumu ise son derece geniş. İşte bütün bunlar, pragmatik olduğu kadar yeniliklere de açık olan Batılının ömrü boyunca arayıp da bulamadığı şeyler. Öte yandan, bu ülkede zor bir dil konuşuluyor; alışmadıkları dinsel adetler var; toplum düzeni ataerkil ve entrikalar dönüyor. Bunlar da, tedirgin ve güvensiz Batılının en korktuğu şeyler.

Bu iki filmin yönetmenleri Halit Refiğ ve Ferzan Özpetek yurtdışında yaşadıklarından, resmini çektikleri kültür çatışmasını birinci elden deneyimlemiş insanlar. Filmlerinde, iki tarafın arasındaki karşılıklı çekimden ziyade farklılıkların altını çizmeye çalışır gibiler. Bir Türk’e Gönül Verdim’de genç bir Alman kadın, Almanya’da yabancı işçi olarak çalışan ve çocuğunun da babası olan İsmail’i bulmak için Kayseri’ye gider. İsmail tarafından reddedilen genç kadın daha sonra gerçek aşkı Mustafa’da ve onun ailesinde bulacak, öyle ki onların hatırına İslamiyet’i bile kabul edecektir. Ancak, Mustafa’nın geleneklere karşı gelen bu aşkın bedelini ödemesi gerekir: Kıskanç yabancı işçi düğünden önce Mustafa’yı öldürür. Öte yandan, Hamam’a bakacak olursak, burada da İtalyan bir iç mimar İstanbul’a gelerek benzer bir süreçten geçer. Şu farkla ki, İslamiyet’i değil, eşcinselliği kabul eder. Ancak onun ömrü de uzun olmaz; planları bozulan bir yatırımcı kadının (!) tuttuğu kiralık katil tarafından bıçakla öldürülür.

Özetle, Türk dostlarına ve Türkiye severlere yapılan duyuru ortada: Yazılı ve hatta yazılı olmayan kurallara mümkün olduğunca uyun! Öte yandan, aslına bakarsanız her şey bir empati ve nezaket meselesi...

Daniela Sannwald

MAYIS SIKINTISI ( CLOUDS OF MAY ) , 1999

Türkiye | 35mm, Renkli, 130’ | Türkçe; İngilizce altyazı

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan

Oyuncular: M.Emin Ceylan, Muzaffer Özdemir, Fatma Ceylan, Muhammed Zımbaoğlu, M.Emin Toprak, Sadık İncesu


YUMURTA ( EGG ), 2007

Türkiye | 35mm, Renkli, 97’ | Türkçe;İngilizce altyazı

Yönetmen: Semih Kaplanoğlu

Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen, Gülç,n Satırcıoğlu, Kaan Karabacak

Mayıs Sıkıntısı 1999’da Türk sinemasında arz-ı endam ettiğinde, belki de 2013 tarihli Yozgat Blues’un alaycı tonuyla sona erecek taşra temalı filmler furyasının açılışını yapmıştı. Mayıs Sıkıntısı’yla birlikte taşra bir “sıkıntı”, “suçluluk” ve “özlem” olarak erkek sinemacıların filmlerinde ilk kez beliriyordu. Bu filmlerin başkahramanları da sanatçı olmak isteyen ve bunun için de taşrayla temsil edilen geçmişleriyle hesaplaşmaya niyet eden genç erkeklerdi. Mayıs Sıkıntısı’nın kahramanı olan genç yönetmen, ailesiyle ilgili ilk filmini çekmek üzere kasabasına döner. Konuya tamamen ilgisiz olmakla birlikte oğullarına yardımcı olma konusunda bütün iyi niyetleriyle bilmedikleri bir filmin oyuncuları olmaya razı olan ailesinin gündelik hayatının akışını filme zaptetmeye çalışır. Film içinde film; çekilmekte olan film Koza’dır. Ama Mayıs Sıkıntısı’nda esas olan “zaman”dır. Rüzgâr eser, bulutlar geçer, kavaklar hışırdar, küçük bir oğlan çocuğu plastik bir saate kafayı takar, sanki taşranın buyurgan rutinine ve ağır ağır akan zamanına inat olsun diye bir sepet domatesi yamaçtan aşağı döküverir. Taşralı genç bir erkek ise aynı akışın bunaltıcılığından kurtulmak için taşradan uzakta bir gelecek hayal eder. Film bize taşranın bu ağır ağır akıştan ibaret olduğunu ve bunun aslında güzel olduğunu söyler. 2007’deki Yumurta’nın kahramanı olan şair delikanlı ise kentte tamamen unuttuğunu, geride bıraktığını sandığı taşraya “anne”nin çağrısı üzerine geri döner, daha doğrusu annenin son çağrısı üzerine… Anne artık varlığıyla orada değildir ama “oğul”a hazırladığı birtakım planlar, işaret ettiği birtakım yollar, hatırlattığı, oğulun geride bıraktığını sandığı halde bırakmadığını anlayacağı bir gelecek vardır. Taşra annedir, kucaklayandır. İki film de müthiş şiirsel anlatımları, nefis görüntüleri, neredeyse narsisizme varan güzellikleri ile ister “uzak” ister “yalnız” isterse de inatla “yalnız kalmayı seçmiş” olsun, Türkiye dediğimiz yerin ruh ikliminin de bir çeşit taşra, ruh halinin ise bu iki filmdeki “anlaşılmamış”, anlaşılmak da istemeyen, küskün, hafifçe kalbi kırık genç erkeklerinki gibi olduğunu düşündürür.

Fatih Özgüven

KARPUZ KABUĞUNDAN GEMİLER YAPMAK ( BOATS OUT OF THE WATERMELON RINDS ) , 2004

Türkiye | 35mm, Renkli, 98’ | Türkçe;İngilizce altyazı

Yönetmen: Ahmet Uluçay

Oyuncular: İsmail Hakkı Taslak, Kadir Kaymaz, Gülayşe Erkoç, Boncuk Yılmaz, Hasbiye Günay, Mustafa Çoban, Fizuli Caferov, Ahmet Uluçay

BİR TUĞRA KAFTANCIOĞLU FİLMİ ( A TUGRA KAFTANCIOGLU )

Türkiye | 35mm, Renkli, 85’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Emre Akay

Oyuncular: Emre Akay, Gülüm Baltacıgil, Tuğra Kaftancıoğlu, Mehmet Demirtaş

Türk sinemasının 90’larda birkaç “auteur” üzerinden yaşadığı çıkış, bir “yeniden doğuş”un kuluçka dönemiydi. Film yapmak, hâlâ ulaşılması zor bir hedef olmayı sürdürüyordu. 2000’lerde hem toplumdaki dışavurum ihtiyacının artık önlenemeyecek kadar olgunlaşmış olması hem de dijital kameranın yaygınlaşarak maliyetleri düşürmesiyle, üretim patlaması süreci başlamış oldu. Tam bu sürecin başlarında, sinema yapma tutkusunu bir çılgınlık (yer yer delilik!) biçimi olarak işleyen ve çok düşük bütçelerine, deneyimsiz yönetmenlerine rağmen şaşırtıcı bir yetkinlik sergileyen iki film yapıldı: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ve Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi.

Tüm hayatını bir köyde geçiren Ahmet Uluçay’ın çocukluk anılarına döndüğü Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, yönetmenin film gösterimi düzenlemek için projeksiyon makinesi yapmaya çalışmaktan bizzat film çekme hayaline, ayrıca güzel bir komşu kızına uzanan ilk aşklarının ve imkânsızlıkların hikâyesi. Ancak Uluçay’ın seyirciye aktardıkları, basit bir sinema aşkından veya “köyde sinemasever olmanın” zorluklarından ibaret değil. Uluçay, sıkıcı bir gündelik hayatın içinde bir sinemacının gözünün nasıl gördüğüne, hayatı kendi algısında nasıl sinemalaştırdığına dair mizansenlerle, sembolizme kaymadan farklı çağrışımlara (kısmen Anadolu mistisizmine) kapı açan bir imgelemle zenginleştiriyor filmini.

Emre Akay ve Hasan Yalaz’ın birlikte yönettiği Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi, gerçekliğin hayallerle değil, belgeselin kurmacayla yer değiştirip durduğu bir yapıya sahip. Kadın düşmanı/sadist yönetmen Tuğra Kaftancıoğlu’nun “çarpıcı” bir film çekmek amacıyla kurduğu, sadece seti değil hayatı yönetmeye kalkışan bir oyun etrafında, sinemanın gözetleme/gözetlenme kavramlarıyla ilişkisinden şöhret düşkünlüğüne ve sinemacılık adına hangi yolların mubah olabileceğine kadar birçok tema, müthiş bir kara mizahla birleşerek gündeme geliyor.
Adı veya doğası ister tutku, ister delilik olsun, konu sinema olunca tek bir kural var. Tuğra Kaftancıoğlu’nun dediği gibi: “Yeni bir şeyler var ve galiba bu konuda ortak bir şeyler yapabiliriz… Lütfen çekmeye devam et. Çok hoş. Evet…

Yeşim Tabak

BABAM VE OĞLUM ( MY FATHER AND SON ) , 2005

Türkiye | 35mm, Renkli, 108’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Çağan Irmak

Oyuncular: Çetin Tekindor, Şerif Sezer, Fikret Kuşkan, Hümeyra

İKİ BAŞLI DEV ( PURGATORY ) , 1990

Türkiye | 35mm, Renkli, 97’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Orhan Oğuz

Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fikret Kuşkan, Sedef Ecer

Bir arkadaşım anlatmıştı. Can Yücel, Ankara’ya imza gününe gelir. İmza sırası ona geldiğinde arkadaşımın içindeki hayran sazı alıp kendi başına konuşmaya başlar: “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim şiirinizi çok severim.” Şiiri okumasını ister Can Yücel, sonra da kitabı imzalar. Şunu yazmıştır imzanın üzerine: “Hayatta ben en çok babamdan nefret ettim.”
Çok sevilen, çok seyredilen ama illa ki ağlatan Babam ve Oğlum da babalarla oğulların aşk-nefret, hayranlık-rekabet arasında kurdukları kırılgan dengeyi, tekrar kurulacağını bilmenin verdiği çocuksu güven duygusuyla bozup kuruyor, seyircinin de bu kırılgan dengenin iki ucu tarafından ele geçirilmeye çoktan teşne hallerini kalabalık aile uğultusuyla çağırarak. Aynı anda iki konumu birden işgal edebilmenin büyüsü: Hem koruyan, gözeten baba, hem de gözetilen çocuk olmak; hem suçlu, sorumlu ve çaresiz hissetmek, hem de bütün bunların bir kereye mahsus da olsa çiğnenmesini talep etmek. Hem gayet çocuksu hem de vaktinden önce yaşlanmış; sadece sembolik otoritesini başkalarına kaptırmış azgelişmiş baba değil, aynı zamanda ona isyan eden asi evlat da olabilmek. Babam ve Oğlum, çok bilmişçe bir kenara itilemeyecek bir hayatta kalma ekonomisi üzerine kurulu. Vaktinden önce gelen yetişkinliğe karşı çocukluğu korumaya yeminli. Duygudan ibaret kalmışlığı, büyülü, biricik ve fazlasıyla sıcak bu şeyi kaybetmekten ödü kopuyor sanki. O meşhur replik: “Ona bir oda ver baba!”
Çocukluğa yer açmanın ya da tosladığımız sembolik otoriteler karşısında çocukluğun sıcak, samimi sığınağına geri dönmenin iç titreten bir tarafı var elbette. Hele de insana suçluluğu, mesuliyeti, tek başınalığı hatırlatan yetişkinlik kapıda bekliyorsa. Ama Babam ve Oğlum’da her türden zengin anlamıyla çatışmanın olmayışının sebebi de bu.
İki Başlı Dev ise ne çok seyredilmiş ne de çok sevilen bir film. Seyircisini soğuk bir gözlemci olmaktan çıkarıp da bir adım yaklaştırmıyor kendisine. Cüneyt Arkın’ın kendi sesiyle oynadığı bu film, onu taçlandıran sembolik babalığın ulusalcı, saf kancı dokusuna elitizmi ilave ediyor. Baba ile oğulun, Cengiz ile Hakan’ın dışarıya kapalı, mükemmel dünyası, yetişkinliğin çağrısıyla, Hakan’ın büyüme arzusuyla, cinsellik ve şiddetle tekinsiz tanışmalarla ağır ağır sarsılıyor. Sakince fısıldayarak söyledikleri kıymetli İki Başlı Dev’in. Biri: Babanın yokluğunda, onun erişemediğini sandığı sığınakta ona benzer oğul; baba çoktan bir iç ses olmuştur bile. Diğeri: Öyle kıymetli bir mülk, kalplerde yeri korunması gereken, tutunulması gereken falan bir şey değildir çocukluk.
İki film yan yana geldiğinde Kafka’nın sesi duyulmaya başlıyor. Hem babasını dünya haritası üzerine boylu boyunca uzanmış hayal eden, heybetiyle her yeri kaplayıp kaçılacak huzurlu yer bırakmayan bu babaya öfkeli, hem de çocukluktan daha önemli şeyler olduğuna inanan Kafka’nın sesleri. İkinci ses, tutunmak ve orada kalmak için değil, vazgeçmek ve veda etmek için çocukluğa geri giden, bir arayışın peşine düşecek olan genç-yetişkinin hep yanındadır. Tın tın eden bir gölgeye dönüşecek de olsa.

Tümay Arslan

KADER ( DESTINY ) , 2006

Türkiye | 35mm, Renkli, 104’ | Türkçe; İngilizce altyazılı

Yönetmen: Zeki Demirkurbuz

Oyuncular: Vildan Atasever, Ufuk Bayraktar, Müge Ulusoy, Engin Akyürek, Ozan Bilen, Settar Tandıöğen, Erkan Can

KUYU ( THE WELL ) , 1968

Türkiye | DigiBeta, Siyah-Beyaz, 86’ | Türkçe;Fransızca altyazılı

Yönetmen: Metin Erksan

Oyuncular: Hayati Hamzaoğlu, Nil Göncü, Demir Karahan, Aliye Rona, Osman Alyanak, T.Fikret Uçak

Yeşilçam tarihi, imkânsız aşk hikâyeleriyle doludur: “Sevenler” kavuşamaz çünkü araya kötü insanlar, acımasız töreler, bazen de “aşkta olmaz” denen gurur girmiştir… Kader izin vermiş olsa sonsuz bir sevgi ve saygının tutkuyla yan yana var olacağı ütopik bir dünyanın hayalini barındırır bu filmler.
Kuyu ve Kader ise, aşkın bu masumiyetinden sıyrıldığı noktada karşımıza çıkan, saf bir beğeni/ilgi/arzu ile başlayan hislerin saplantılı bir “mülkiyetçilik”e dönüştüğü, karşılık alamadıkça kötülüğü üretir hale geldiği filmler. Her iki film de Yeşilçam melodramlarının ruhu okşayan romantik hüznünden uzakta bir yerde, ezici bir gerçekliğin içinde geçiyor. Önemli bir farkla: Demirkubuz’un Kader’inde karşılıksız aşk bir özyıkım biçiminde yaşanırken, Erksan’ın Kuyu’sunda aşkın nesnesine dönük bir yıkıcılık olarak ortaya çıkıyor.
Kuyu’da Osman (Hayati Hamzaoğlu), aynı köyde yaşadığı Fatma’ya (Nil Göncü) sevdalı. Fatma’nın bu konuda ne hissettiğinin ise onun gözünde pek bir önemi yok; tek görebildiği, kendi karşı konulmaz arzusu. Fatma’yı kaçırıp dağa kaldıran, bu uğurda hapse girip çıkan Osman’ın “zorla güzellik” uğruna giriştiği üçüncü deneme, genç kızın ölümcül isyanıyla her ikisi için de trajik bir finale ulaşıyor. Kader’in karasevdalısı Bekir (Ufuk Bayraktar) ise kendi duygularının sorumluluğunu alma konusunda Osman’dan daha başarılı. Gönlünü kazanmak istediği kadının benliğini hiçe saymak yerine, kendini hiçleştirerek, bir başkasına âşık olan ve kendisine asla umut vermeyen Uğur’un (Vildan Atasever) peşinde (elbette ona bir miktar vicdani ağırlık yüklemeyi ihmal etmeden), pavyonlarda/ucuz otel odalarında bir ömür tüketiyor. Uğur’dan önceki hayatı ise, sevmediği bir işte çalışıp sevmediği bir kadına kocalık ettiği, kronik bir hissizlik halinden ibaret. Bu açıdan film, Bekir’in seçtiği tükenişte, “anlamlı” bir hayata dair “umutsuz bir umudu” da görüyor. Mutsuzluk, anlam arayışının bedeline dönüşüyor. Kuyu’da ise bu karanlık romantizmin izine rastlamak mümkün değil, çünkü Osman mutsuzluğa razı değil...

Yeşim Tabak

TABUTTA RÖVAŞATA ( SOMERSAULT IN A COFFIN ) , 1996

Türkiye | 35mm, Renkli, 74’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen:Derviş Zaim

Oyuncular: Tuncel Kurtiz, Ahmet Uğurlu, Ayşen Aydemir, Fuat Onan, Şerif Erol, Hasan Uzma

ARAF ( SOMEWHERE IN BETWEEN ) , 2012

Türkiye/Almanya/Fransa | DCP, Renkli, 124’ | Türkçe

Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu

Oyuncular: Özcan Deniz, Nihal Yalçın, Neslihan Atagül, Barış Hacıhan, Ilgaz Kocatürk, Can Başak

90’lı yıllarda içinde debelendiğimiz bu kaotik alemin son çivisi de gevşemiş gibiydi. Faili meçhul cinayetler ve yolsuzlukların merkezindeki siyasetçiler gönül hoşluğuyla herkese ‘bir ev ve araba’ vaadini dayatıyorlardı. Kutuplaşmanın âlemi yoktu (‘Sovyetler de çökmüştü işte!’) ve çiçeği burnunda özel TV’lerimize göre idealizm yokluğunu televole kültürüyle ‘çalıp, söyleyerek’ pekâlâ aşabilirdik. Tabutta Rövaşata, bu iki arada bir derede kalmışlığı, hiçbir yere ait olamama halini tespit edişiyle de sinemamızda bir kırılma noktası. Derviş Zaim hem ‘arkadaşlar arasında’ gerilla usulü de film yapılabileceğine öncü olmuş hem de ‘mahallenin garibanı’ karakterini sinemamızın ‘en marjinal’ esas adamı olarak baş tacı etmişti. Sokakta yaşasa da insanlığından taviz vermeyen Mahsun (Ahmet Uğurlu) araba çalarken aslında üşümeden geçireceği bir mekânı, bir gecelik ‘konforu’ ödünç alıyordu. Onu Yeşilçam nostaljisinden ayıran ise genel geçer düzenin ‘hizasından’ çıkmış birisi olmasıydı. Doğru bildiğini okudukça başı sıkışan Mahsun’un başka yerlere kaçıp gidememe hali Araf’ta da Türkiye insanının makus talihi olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Farklı bir gelecek hayalindeki Zehra’nın (Neslihan Atagül) şehirlerarası yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde çalışması iki dünya arasında çekilecek bir bekleme cezası gibi. Karakterlerin ‘modern’ Türkiye’ye sinmiş olan korku ve endişelerin göstergesi olduğu ortada. Zaten Mahsun’un güzelim Boğaz semti, Zehra’nın isli puslu küçük kentinden farklı değil. Alacakaranlığa sabitlenmiş açık alan manzaralarıyla her ikisi de benzer sıkıştırılmışlığın ve sabitlenmişliğin filmleri. Arzu nesnesi olan kişilerin ‘gidici’ olması da bu duyguyu pekiştiren bir olgu. Fallik misali dev bir kamyonla Zehra’nın, sivri bir şırıngayla Mahsun’un değişim hayalleri un ufak oluyor, yoksulluk ve yoksunluk çemberi iyice daralıyor. Ne aşkla mümkün oluyor kaçmak küçük çemberimizden, ne de en uçta yaşamakla. Mahsun en azından işi iyice deliğe vurmuş, TV ekranındaki ‘şişman sosis’ reklamı finale müstehzi bir nokta koymuştu. Yerel bir TV şovunda evlenen Zehra'nın kaderine boyun eğmek zorunda kalışı ise son çivinin belki çoktan düştüğüne delalet.

Esin Küçüktepepınar

CALIGARI: KORKU SİNEMAYA GELDİĞİNDE ( CALIGARI- WIE DER HORROR INS KINO KAM) , 2014

Almanya | DCP, Renkli & Siyah-Beyaz, 52’ | Almanca; İngilizce,

Yönetmen: Rüdiger Suchsland

BİR PAZAR GÜNÜ ( PEOPLE ON SUNDAY ) , 1929

Almanya | DVD , Sİyah-Beyaz, 73’ | Sessiz

Yönetmen: Robert Siodmak, Edgar G. Ulmer

Oyuncular: Erwin Splettstösser, Wolfgang Von Waltershausen, Christel Ehlers, Brigitte Borchert, Annie Schreyer

Daha önce festivalde hem FIPRESCI hem de En İyi İlk Film jürisinde görev almış, Alman sinema yazarı Rüdiger Suchsland'ın ilk yönetmenlik denemesi Caligari - Wie der Horror ins Kino kam, Dışavurumculuk akımının sinemadaki yansımaları ve Weimar Cumhuriyeti üzerine. Ünlü Alman sosyolog Siegfried Kracauer'in sinema tarihiyle ilgili araştırmalar için köşe taşı niteliğindeki ünlü kitabı From Caligari to Hitler gibi, Suchsland'ın filmi de söz konusu dönemi ele alırken Robert Wiene'nin dışavurumcu klasiği Dr. Caligari'nin Muayenehanesi'ni merkeze yerleştiriyor. Weimar Cumhuriyeti'nin taşıdığı hissiyatın günümüzden çok da farklı olmadığını belirten Suchsland; savaştan yeni çıktığı için korku içerisinde, bir yandan delicesine tüketen diğer yandan ekonomik krizle boğuşan bir dünyada Dışavurumculuk akımının önem kazanmasına dikkat çekiyor. Tüm dünyada ses getiren Alman Dışavurumcu Sineması'nın örneklerini Dr. Caligari'nin Muayenehanesi'nden yola çıkarak analiz ederken; I. Dünya Savaşı'na ve Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya'ya dair arşiv görüntülerine ve pek çok klasik filmden özenle seçilmiş sahnelere yer veriyor.

Suchsland'ın belgeseli dönemin Almanya'sındaki gerilimin, siyasi paranoyanın ve karamsarlığın altını çizerken, Weimar Cumhuriyeti'nin son zamanlarında çekilmiş Menschen am Sonntag'da farklı bir resimle karşılaşıyoruz. 1930 yapımı bu film; sadece Robert Siodmark, Fred Zinnemann, Edgar G. Ulmer, Billy Wilder gibi geleceğin ustalarını kariyerlerinin başında bir araya getirmesiyle önemli değil. Bir dışavurumcu sinema örneği olmayanMenschen am Sonntag, amatör oyuncuları ve dış mekânlarda yapılan çekimleriyle bir anlamda o yıllara dair belge niteliği de taşıyor. Berlin'de beş genç insanın bir pazar günü yaşadıklarına ve gönül ilişkilerine odaklanan film, Dışavurumcu Sinema'nın karamsar bakış açısını paylaşmıyor. Hitler'in iktidara gelişinin birkaç yıl öncesinde Almanya'daki gündelik yaşamı sergileyen bu başyapıt, kendi hikâye dünyası içerisinde dönemin siyasi gerilimine yer vermese bile, sinema tarihindeki yeri nedeniyle bugün Nazi Almanya'sından bağımsız ele alınamıyor. Zira filmin yaratıcıları birkaç yıl sonra Amerika'ya göç etmek durumunda kalmış, Menschen am Sonntag'ın perdeye yansıttığı özgür dünya 1933'te kaybolmuştu. – Engin Ertan

ÖZEL GÖSTERİM

Aykan Safoğlu’nun Kırık Beyaz Laleler filmi , yazar James Baldwin’i İstanbul’da ararken, Isaac Julien’in Langston’u Ararken’i ise Şair Langston Hughes’un izlerini Harlem’den yola çıkarak Londra’da arıyor. Her iki film de arzu ve yaratıcılığı anılar perspektifinden değerlendiriyor.

KIRIK BEYAZ LALELER ( OFF-WHITE TULIPS ) , 2013

Türkiye | HD, Renkli, 24’ | Türkçe;İngilizce altyazılı

Yönetmen: Aykan Safoğlu

15 Nisan 2014

21.30

Kırık Beyaz Laleler James Baldwin’in İstanbul’da geçirdiği uzun zamanı merkezine alan kurgusal bir diyalog olarak tasarlandı. Filmde, buluntu belgeler ve yeni anlamlar yüklenen nesnelere müdahale edilerek Baldwin’in zenci ve eşcinsel yazar kimliğiyle anlatıcının şahsi geçmişi üst üste bindiriliyor. Bu ilintili anlatım, Türkiye ve Amerika’dan pop ikonlarına göndermeler, etimolojik incelemeler ve kendini yorumlayan görsel temsillerle yerleşik bir ırkçılık eleştirisine doğru genişliyor. – İz Öztat

2013 Oberhausen Kisa Film Festivali Jüri Büyük Ödülü

LANGSTON’U ARARKEN ( LOOKING FOR LANGSTON ) , 1989

İngiltere | Digibeta, Siyah-Beyaz, 45’ | İngilzce;Türkçe altyazılı

Yönetmen: Isaac Julien

Oyuncular: Ben Ellison, Matthew Baidoo, Akim mogaji, John Wilson, Dencil Williams, Guy Burgess, James Dublin

15 Nisan 2014

21.30

1989’da Berlinale’de Teddy Ödülü’nü kazanan Langston’ı Ararken, geçmişle gelecek arasında süzülüyor, tıpkı adını aldığı, cinselliğini hiçbir zaman açık etmeyen şair gibi. Çoklukla eşcinsel kabul edilse de cinsel yönelimi konusunda ketum olan Langston Hughes, 1920’lerle 1930’larda New York’ta yayılan Harlem Rönesansı denilen kültür hareketinin öncülerindendi ve caz şiirinin yaratıcısı olarak tanındı. Langston’ı Ararken’de Isaac Julien Hughes’u zenci eşcinsel bir kültür ikonu olarak ele alırken 1920’lerin Harlem bohemini izlenimci dekorlarıyla 1980’lerin Londra’sının gece kulüplerine taşıyor. Film boyunca Hughes’un şiirleri 1920’lerden ve sonrasından Essex Hemphill ve Bruce Nugent gibi zenci şairlerin ve Robert Mapplethorpe’un yapıtlarıyla iç içe geçiyor. Sonuç, arşiv görüntüleriyle fantezi sekanslarını birleştiren, eşcinsel arzu hakkında lirik ve şiirsel bir yapıt.

Bu filmde cinsellik ya da şiddet içeren bazı sahneler yaşı küçük izleyiciler için uygun olmayabilir.

Geçmiş Programlar
33. İstanbul Film Festivali
5–17 Nisan 2014